“ Anayasa hangi dağının ardında? ”

- Devamı için tıklayınız -

Anayasanın özelliklerini söyleyiniz? Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz? Bu ve benzeri soruların yanıt anahtarı, şu üç karşı soruda saklı: Nerede, hangi toplumda ve ne zaman? İlk soru, hangi devletten çok, ‘devlet’ adı verilen siyasal örgütlenme mekânına, yani ülkeye gönderme yapar. İkincisi, verili yeryüzü parçasında yaşayan ve siyasal yönde ortak irade koyan insan topluluğunun özelliklerine; son soru ise, ilgili toplumun değer yargılarına ilişkin. Bizdeki anayasal gelişmeler haritası, 1920’ler, ‘6o’lar ve ‘8o’ler Türkiye’si gibi ayrımları yansıtır. Hatta farklılaşma yelpazesi, 2000 ve 2020’lere doğru tasarlanabilir. Anayasayı hazırlama döneminde mevcut güç dengelerinin doğurduğu iradenin, toplumda geçerli değerleri ne ölçüde perdelediği de tartışılabilir…

Ancak, temel ve üstün norm olarak anayasa, bir siyasal toplumun her yerinde, herkes için ve her zaman geçerli. Her yerde; yani bütün ülkede. Herkes için; yani sadece yönetilenlere değil, yönetenlere de uygulanır. Her zaman; Çünkü süreli değil, sürekli bir metin olarak anayasa, tüm zamanları kucaklar. Bu özelliği, anayasanın sonraki kuşaklara hitap etmesinin yanı sıra, ülkenin gelecekte doğal, tarihî ve kültürel öğeleriyle sahip olacağı kimlikle de yakından ilişkili.

Liberal anayasacılık geleneği, doğal hukuk öğretisinden esinlendiği halde, doğal mekânı -ülke- yakın geçmişe kadar görmezden geldi. Anayasalar, çevreyi, doğal mekânları ve kaynakları, 20. yy.ın ikinci yarısında -ama daha çok son çeyreğinde- düzenleme konusu yapmaya başladı. Ülkenin değişik öğeleri açısından, devlete koruma yükümlülüğü yanında, yurttaşlar için de ödevler öngörüldü. Öte yandan, siyasal örgütlenmenin yerelleşmesi ölçüsünde, çevreye ilişkin yetkiler, yerinden yönetim birimlerine geçirilir…

Böylece, bir yandan siyasal makamlar açısından yönlendirici ve yurttaşlar için hak ta-nıyıcı düzenlemeler; öte yandan, bölge yönetimlerinin toprak parçası üzerinde kullandıkları yetkiler üzerinde anayasa mahkemelerinin denetimi söz konusu. Her ikisi birlikte, ‘ülkenin anayasalaşma süreci’ veya ‘Anayasa’nın ülkeselleşmesi’ olarak nitelenebilir.

Anayasa tartışmalarının atışmalara, bunların da ‘islâmî başörtü’ ve ‘kimlik ekseni’nde çatışmaya dönüştüğü ortamda, ‘ülkeden kaçış’ı, Kaz Dağları’ndaki ‘eşmeler’ ele verdi. 1961 Anayasası, devleti ve toplumu ülke ile tanıştırdı. 1982 Anayasası ise, bu olguyu göz ardı edemeyip her ne kadar çevre hakkına açıkça yer vermiş ise de; devlet otoritesini tahkim etme hedefi, sadece kendisini örgütleyen insan topluluğuna değil, onun yaşam kaynağı olan ülkeye de büyük zararlar verdi.

Dün, Bergama-Ovacık, Artvin-Cerattepe, Uşak-Eşme… Bugün Kaz Dağları, yarın başka tepeler ve ovalar, hep bu anayasal yapının kurduğu iktidar ilişkileri bağlamında gündeme geldi. Bu zincirleme vakalar, iktidar-para ittifakının neden olduğu ‘ülke katliamı’ndan başka hangi deyimle ifade edilebilir? Anaya-sa’daki ‘ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bü-tün’lük olgusu -madde: 3-, acaba ne ölçüde sağlanabildi? Bunlar ayrı konu. Ama açık olan, ülkeyi -Türkiye-, devletin kendisinin parçaladığı…

Yeni Anayasa arayışında, devlet-toplum dengesi ekseninde, her ikisinin varlık nedeni olan ülke unsurunu koruyucu yeni mekanizmalar beklerken, ‘ülkeden kaçış’ manzarası ile yüz yüze geldik… Ve Kaz Dağları devrilmeye başladı…

Yenilerden sadece üç örnek: 1999’da Anayasasını yenileyen İsviçre, ülke ve çevreyi koruyucu somut ve ayrıntılı hükümler koydu -madde: 73-80-. ‘te Fransa, Anayasasının başına 10 maddelik Çevre Şartı yerleştirdi; hem de 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi değerinde. Polonya ise, 1997’de yürürlüğe koyduğu yeni Anayasa’da, çevre hakkını tanımanın ötesinde, çevrenin korunmasını hak ve özgürlükleri sınırlama ölçütlerine dâhil etti…

Ne kadar da cömert, hatta hovardayız ‘ülke’ konusunda aktarılan üç devlet ve anayasa yapıcılarına göre. Hassas olduğumuz konular ise, yaşadığımız tarihî, kültürel ve doğal mekândan soyutlanmış kimlikler: başımızın örtüsü, etnik aidiyetimiz vb açık mı olsun, örtülü mü? Türk mü olalım, Kürt mü? Bunları belki anayasalaştırmak mümkün olabilir, ama önümüzdeki on yıllarda, başörtüsü, olumsuz çevresel etmenlerden koruyucu bir işlev bile göremez; tıpkı yaşadığımız ülkeden kopuk bir etnik kimliğin kısırlığı gibi.

Zaten yurttaşlığın ikinci plana geçirildiği bir toplumda, ‘yurt’ da arka planda kalabiliyor.

Evet, güncel ve ivedi sorunumuz şu: ülkeyi anayasalaştırabilecek miyiz? Ya da daha doğrudan bir söyleyişle, anayasayı, uygulanacağı yurt ile tanıştırabilecek miyiz?

Yoruma kapalı.