“ Anayasa kimi bağlar? ”

- İbrahim Kaboğlu -

Hak ve özgürlüklerin temellendirilememe ve içselleştirilememe nedenleri olarak, yapısal, mevzuata ve zihniyete ilişkin sorunlar irdelenerek, hangisinin ağırlıkta olduğu belirlenebilir. Bu sorunlara girmeksizin, Anaya-sa’ya rağmen hak ihlâllerine yol açan işlemlere dikkat çekilecek.

Anayasa, hem “üstün”, hem de “bağlayıcı” bir norm: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır” (m. ıı). Evet, Anayasa herkesi bağlar; ama, öncelikle hak ihlâl edici konumda bulunan devlet organlarını.

Resmî organların yetki, görev ve sorumluluğunu düzenleyen anayasalar, yetki sınırı ile özgürlük güvencesi arasındaki denge tekniğini yansıtır. Gerçi 1982 Anayasası, yurttaş açısından özellikle kayıtlayıcı, sınırlayıcı ve yasaklayıcı yönleri ile damgalandı; yöneticiler açısından ise, daha çok, tanıdığı yetkiler yönünden. Buna karşın, yurttaşları koruyucu-yö-neticileri kayıtlayıcı hükümler de yok değil. Üstelik, 1987’den bu yana yapılan değişiklikler, -çelişki ve yetersizlikleriyle- insan haklarını (İH) pekiştirici ve resmî görevlilerin yetki alanını dengeleyici bir doğrultuyu yansıtır. Ama asıl sorun şu: bunlar ne ölçüde uygulanmakta?

İH’na ilişkin bazı maddelerin yeniden yazılması, yönetici makamların yetki alanını daraltıcı anlam taşımakta. Sınırlama ve güvence (m. 13), kötüye kullanılamama (m. 14) ve korumayı (m. 40) düzenleyen hükümler örnek gösterilebilir. Yenileri bile eklendi. Örneğin, İH’na ilişkin uyuşmazlıklarda çatışma durumunda, yasa yerine uluslararası andlaşma hükümleri uygulanacak (m. 90son).

Yine, Anayasa m. 15 ve 25, en güvenceli düzenlemeler. Savaş durumunda bile, “kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz;…” (m. 15).

İH’nın “sert çekirdeği”ni koruyan ve “her zaman”, “her yerde”, “herkes için” geçerli olan bu güvence, resmî görevliler açısından mutlak bir yasağı ifade eder. Buna karşılık, olağan bir dönemde ve barış ortamında düşüncesi nedeniyle sanık sandalyesine oturtulan veya işkence gören kişinin maddî ve manevî zararını kim karşılayacak? Anayasa dışı işlemi yapan görevli mi, devlet mi, yoksa toplum mu?

Anayasa’ya göre, haksız işlemler sonucu neden olunan zarar, devletçe karşılanır. Haksız işlemi hangi “resmî görevli” yapmışsa, ona yönelinir (m. 40son). “Resmî” sıfatı, yasama, yürütme ve yargı mensuplarını kapsar. Bu, bir kolluk gücü görevlisi, bir yönetici, savcı ya da yargıç, milletvekili veya bakan olabilir. M. 138, hâkimlerin “Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm ver”mesini emreder. Şu halde, m. 11 ve 138 birlikte değerlendirildiğinde, yargı mensupları, yargısal karar sürecinde, ayrıcalıklı muhatabı oldukları Anayasa’nın doğrudan uygulayıcısı konumunda. Bu nedenle, iddianamenin reddedileceğini bile bile dâva açan savcılar, beraatle sonuçlanacağı açık seçik olduğu halde dâvayı kabul eden hâkimler açısından, m. 40 neden işletilemesin?

Kısacası, yargısal karar sürecinde ilgili herkes, İHAS’a aykırılığı sürekli vurgulamalı. Tüm çabalara rağmen uygulanan yaptırımın İHAM’dan dönmesi durumunda ise, zararın topluma ödetilmesi yerine, buna neden olanlara karşı “rücu yolu” kullanılmalı.

Şu çelişki, başka türlü aşılamaz: koruyucu yönde değişmiş bulunan Anayasa’yı, amacı doğrultusunda değil, sınırlayıcı yönde uygulamaya devam ederek, yurttaşları mağdur etmek, üstelik toplumu da “borçlu” çıkarmak; buna karşılık haksız işlem sahibine karşı Anayasa’nın “üstün ve bağlayıcı” hükümlerini işletmemek.

İH haftası vesilesiyle, “toz pembe” nutuklar eksik olmayacağına göre, gelecek hafta, Anayasa’nın “uyuyan” hükümleri üzerindeki tozları kaldırmaya ve “yaşayan” bir enstrüman haline dönüştürmeye yönelik somut önerilere devam etmek, yerinde olmaz mı?

Yoruma kapalı.