“ Anayasa Mahkemesi’nin zor seçimi ”

- Devamı için tıklayınız -

Anayasa Mahkemesi (AYM) önünde üç seçenek var. Ama kararı hangi yönde verirse versin bir konuda seçeneksiz.

Başsavcılık iddianamesini oybirliği ile kabul eden AYM’nin seçenekleri: davayı red, AKP’yi sadece hazine yardımından yoksun kılmak veya kapatmak. Seçeneksiz olduğu durum ise, kararda kullanacağı gerekçe. Kararı hangi yönde verirse versin, gerekçe belirleyici olacağından, AYM bu konuda herhangi bir seçeneğe sahip değil.

Gerekçe, tercih edilen seçeneğe götüren nedenleri açıkça ve ikna edici bir biçimde ortaya koymalı, hukuken güçlü olmalı. Davanın siyasal niteliği ise, gerekçenin önemini arttırmakta.

•••

» Red kararı, kapatma talebiyle açılan dava iddianamesinde yer alan kanıtların, Anayasa’da belirtilen “nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline” gelmesi için (m.69) yeterli olmadığı gerekçesiyle verileceğine göre, bunun ayrıntılı bir biçimde açıklanması gerekir. AKP için en sevindirici seçenek, AYM’ni gerekçenin inandırıcılığı konusunda zorlu çalışmadan alıkoymaz. Çünkü gerekçe, Parti’nin yol haritasını çizecek…

»Kapatma ise, sadece AKP için değil, Türkiye’deki siyasal sistemin bugünü ve geleceği açısından radikal bir karar olacağı için, gerekçenin önemi daha da artmakta.

»“Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılması” kararı, kapatma istemiyle açılmış olan davayı ne red ne de kabul anlamına gelir. Bu tercihte, Anayasaya aykırılık unsurlarının mevcudiyeti kabul edilmekle birlikte, bunların henüz kapatma yaptırımının uygulanmasını gerekli kılacak yoğunluğa/ağırlığa ulaşmadığı söylenmektedir ki, bunun derecesini belirleyen gerekçelerin teker teker ortaya konması gerekir. Çünkü, yaptırımın hafifliği Anayasa’ya aykırılık durumunu ortadan kaldırmamakta…

•••

Hatta denebilir ki, AYM, üç seçenek arasında yapacağı tercihten çok gerekçede zorlanacak. Çünkü karar hangi yönde verilirse verilsin, gerekçedeki saptamalar, yakın geçmiş siyasal yaşamının hukuki ve yargısal yorumunun fotoğrafını çekeceğinden, Türkiye’de demokratikleşme sürecinin geleceğine de ışık tutacak.

Hukuken iyi formüle edilen karar gerekçesi, AYM’nin kendi meşruiyeti açısından da çok önemli…Bu ne kadar mümkün? Olumsuz yönde iki dizi etmen var: dış zorlamalar ve iç zorlamalar:

»Dış zorlamaların başında, gerek içte gerekse Avrupa ölçeğinde konuya sadece siyaset ve demokrasi açısından yaklaşım öne çıkarılarak, demokratik meşruiyetin sandıkta elde edilen sayıya indirgenmesi gelir. “Buna yönelik sorgulama, hukuki dayanağı bulunsa da, iktisadi istikrarı bozar.” görüşü, giderek yaygınlaşmakta. Bu süreçte hukuka sadece araçsal bir işlev yüklenir. Anayasa değişikliği yoluyla davanın gidişatını değiştirme (anayasanın araçsallaştırılması) girişimi, zorlamadan çok müdahale olur. Bu yaklaşımda, siyasal faaliyetin anayasaya uygun yürütülmesi kaygısından çok, anayasayı siyasal faaliyetleri aklama aracı olarak kullanma eğilim baskın; tıpkı gecekondu için çıkarılan af yasası gibi…

»İç zorlamaların başında, AYM’nin konuya ilişkin önceki kararları yer alır. Onlarla tutarlı olma kaygısı ile çağdaş gelişmeler doğrultusunda kararlarını evrimleştirme gereği arasında zorlu bir denge bekliyor Yüksek Mahkeme’yi. Dava dosyasında yer alan ve doğrudan AYM’nin varlığını sorgulayan sözler de hatırlanmalı: “Bu Anayasa Mahkemesi’ni kaldırabilir miyim, kaldırırım…”(B.Arınç, TBMM önceki başkanı)… Kuşkusuz AYM’nin kendi karnesine de bakmalı: gerekçeler her zaman güçlü olmayabiliyor; karar tarihi ile gerekçe yazımı arasındaki zaman mesafesi, AYM’nin işleviyle çelişebiliyor…

•••

Sözün özü, konuya günlük kaygıların ötesinden bakmak ve, “AKP mi, yoksa AYM mi? veya hukuk mu, siyaset mi?” gibi çatışmacı yaklaşımlardan kaçınmakta yarar var. Unutmayalım ki, eğer AKP bir siyasal parti olarak demokrasinin unsuru ise, AYM de, hukuk devletinin vazgeçilmez kurumudur. Yine eğer insan hakları ancak demokratik toplumda saygı görebilirse, hukuk devleti de demokrasinin işleyiş güvencesini oluşturur. Bu bağlamda, konuya “demokrasi mi, laiklik mi?” şeklinde yeni bir çatışmacı soru eklenirse, buna verilecek yanıt da zor değil: “haklar toplumu” için her ikisi birlikte.. Yani, araçlarla amaçları birbirine karıştırmamalı.Bu nedenle belki de bütün sorun, AYM’nin, kararını haklar ve özgürlükler ekseni üzerinde inşa edip edemeyeceği noktasında düğümleniyor..

Bu da bir başka yazının konusu.

Devletin ‘dinsizleştirilmesi’ ve AKP

10 Nisan 2008

“Türkiye Devleti’nin dini, Din-i İslamdır.” kaydı, Cumhuriyet’in Osmanlı’dan aldığı miras. Bu bakımdan Osmanlı ile Cumhuriyet arasında en azından anayasal düzlemde, kırılmadan çok süreklilik var. Bu kayıt, Anayasa’dan 10 Nisan 1928’de çıkarıldı ve devlet dinsizleştirildi; böylece, esas kırılma ortaya çıktı. 1937’de Anayasa’ya bunun güvencesi kondu: laiklik.

Ne var ki, Devlet yönetiminin dinsel referanslardan arındırılması yönünde anayasal yükseliş dönemi, doğrusal çizgide devam etmedi. Her ne kadar 1982 Anayasası, 1961 Anayasası’nın yaptığı gibi, lâikliği “Cumhuriyet’in nitelikleri” arasına yerleştirdi ise de, dine açılma yönünde maddeler de kondu (Diyanet İşleri Başkanlığı, zorunlu din dersi, vs.). Anayasal gerileyiş olarak nitelenebilecek bu eğilim bile, islamcı partileri, anayasal rejimle çatışmaya girmekten alıkoyamadı. Çünkü daha fazlasını istediler; anayasayı bir “sözlük” sanıp, lâikliğin yeniden tanımlanmasını talep ettiler. İşi, islami başörtüyü Anayasaya sokmaya kadar vardırdıkları anda, kendilerine, “bu kadarı da fazla!” dendi.

Bu bir Cumhuriyet-demokrasi çatışması mı, yoksa lâiklik-din çatışması mı?

Önce şu saptama yapılmalı: Cumhuriyet yönetimi, Osmanlı’nın Tanzimat’la başlayan lâikleşme mirasını reddetmedi; fakat çok partili dönem yöneticileri, Cumhuriyet’in lâiklik kazanımını sorgulama yarışını 14 Mart 2008’e dek sürdürdü… Lâiklik ekseninde tanık olunan çatışma, Cumhuriyet’in kendisinden mi, yoksa “demokrasi eksiği”nden mi kaynaklanıyor?

•••

Eğer biz bu kavramları sadece devlet yönetimi katında ele alır, ama toplumsal düzlemde geçerli değerler testinden geçiremez isek, çatışmacı kısırdöngüden kurtulamayız. Üç kavram belirleyici: yurttaşlık, eşitlik ve özgürlük.

Yurttaşlık, insanı, dinsel veya etnik aidiyeti ötesinde aşkın, genel ve daha kapsayıcı bir statüye yerleştirir. Bu açıdan lâiklik, yurttaşlık kavramının derinleştirilmesiyle ilerletilebilir ancak. Zira yurttaşlık, eşitlik ve özgürlük ekseninde, demokrasi ve lâiklik uyumu için belirleyici bir statü.

Eşitlik, hem dinler arası hem de cinsiyet eşitliği yönüyle vurgulanmalı. Zira, islam ülkelerinin kendilerine özgü ayrı insan hakları belgeleri hazırlamalarında temel neden, kadınları erkeklerle eşit görmemeleri. Bu da lâiklik önünde aşılması gereken önemli bir engel. Özgürlükçü söylem, eşitleyici mi, yoksa bundan uzaklaştırıcı mı; bireysel özgürlüğü ilerletici mi, yoksa güdümlü bir özgürlüğe yönlendirici mi? Buna dikkat etmeli…

•••

Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi (AYM) önündeki davaya uygulanacak ölçütlerin başında, “lâiklik-demokrasi”den çok, her ikisinin ortak paydası olan “insan hakları” yer almalı..Demokrasi, insan haklarının saygı görmesine ve ilerletilmesine en elverişli rejim. Lâiklik ise, hukuksal düzenlemede neyin yapılmaması (dinsel kuralların esas alınmaması) gerektiğini belirleyerek, insan aklına, toplum gereksinimlerine ve bilimsel verilere alan açar. Bu bakımdan lâiklik, din özgürlüğünün olduğu gibi diğerlerinin de güvencesi; ama insan hakları da demokrasinin altyapısı.

Üstelik insan haklarını “demokratik toplum” testinden geçirmek de mümkün. Kurucu öğelerinin başında gelen çoğulculuk, hak ve özgürlüklerin eşit olarak güvencelenmesini gerekli, özlerine dokunmamak kaydıyla sınırlamaları da haklı kılar. Hoşgörü öğesi ise, en başta dinsel farklılaşmalarda kendini hissettirir. Ya saydamlık? İşte sorunun özü burada. Açıklık fikri, diyalog ve yurttaşların, yöneticilerin geleceğe ilişkin tasarılarını bilme hakkı…

•••

Sonuç olarak, lâiklik ve demokrasiyi, insan hakları( İH) bakış açısıyla anlamlandırmak, tersini yapmaktan daha sağlıklı. Çünkü İH, evrensel ilkelere dayanır; kişiden kişiye, bir toplumdan diğerine değişmez. Siyasal rejim olarak demokrasi, ancak demokratik toplum üzerine inşa edilebileceğine göre, bu da “haklar toplumu”ndan başkası olmasa gerek. Bunları, lâiklik için kurucu ilkelerle (yurttaşlık, eşitlik, özgürlük) yan yana getirelim. Böylece, “insan hakları” ortak paydasına dayanan lâiklik ve demokrasinin birbiriyle çatışan değil, tamamlayan kavramlar olduğu görülebilir.

Bunları, “ılımlı islam” ülkesinde değil, ancak “devletin dinsizleştirilmesi” üzerinden 80 yıl geçtikten sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde tartışabiliyoruz. Sevindirici mi, yoksa acı mı? Yanıtını merak ediyorsanız, Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampusu’ndeki bugünkü “Anayasa ve Lâiklik” (s. 09-18) toplantısına bekliyorum sizleri…

Yoruma kapalı.