“ ANAYASAL YASAK VE YÖNLENDİRME ”

- Devamı için tıklayınız -

ANAYASAL YASAK VE YÖNLENDİRME…

“2010 Anayasa değişikliğini değiştirtmeyiz” ve “başkanlık rejimi gerekir”. İki hafta arayla dile getirilen iki görüş: ilki, Başbakan’a ait, ikincisi yardımcısına. Sırasıyla, yeni anayasada yapılmaması ve yapılması istenene işaret ediyor.

Bu açıklamalardan en çok, Anayasa Uzlaşma Komisyonu (AUK) Başkanı Sn. Çiçek ve üyeleri rahatsız olmuştur.

Komisyon, altı aydır görüş topluyor, ilgilileri TBMM’ye davet edip dinliyor; anayasa üzerine halkla etkileşime giriyor… Şimdi, bunları derleme ve toparlama zamanı. İzlenen yol sorunsuz olmasa da, bu süreç, anayasal eğilimlerin genel anlamda ortaya çıkması bakımından anlamlı. Yine, bu dönemde anayasa ile ilgilenen kişi, grup, örgüt, kuruluş ve kurumlar görüş ve önerilerini ortaya koydu. Ülkenin çok kaygan ama yoğun gündemine rağmen, anayasa çalışmaları, kendi mecrasında yürütülüyordu. Genel gündemle örtüşmese de, doğrudan müdahale yoktu.

AUK, yazım aşamasına gelmiş iken, tek bir kişi (ama 300’ü aşkın vekili etkileme gücüne sahip), “kırmızı çizgi”sini belirledi. Sonra, yardımcısı, “yönlendirici” bir tavır sergiledi. Dillere pelesenk edilen “millî egemenlik” söylemi bir anda unutuluverdi; seçmenler ve vekilleri (UAK başkan ve üyeleri) yokmuş gibi bir tavır sergilendi. Kısaca, ne egemenlik sahibi, ne de temsilcileri akla geldi…

Özetle, eğer mutasavver anayasanın içeriğini başbakan ve yardımcısı belirleyecek idiyse, topluma danışmaya ve bu arada onca emek harcamaya ne gerek vardı?

Gerçi belirlenen yol ve yöntem, baştan beri sorunlu idi. Buna karşın, yürütme organının, yol açıcı tavır yerine bulandırıcı müdahaleleri, partiler arasında olası konsensüs (oydaşma) konu ve alanlarını azaltma riskini de arttırdı.

Açıklamalar, içerik olarak daha sorunlu; öncelikle, zaman yönünden, yani gelinen ve gidilecek yerler bakımından.

Gelinen yer nedir? 1982’yi yenileme ihtiyacı, en başta yürütme olmak üzere, devlet organlarına aşırı güç ve iktidar tanımış olmasından kaynaklanıyor. Ne var ki, 2007 değişikliği, böyle bir dengesizliğin önünü açtı; 2010 ise, pekiştirdi. Bunlara dokunmak bir yana, daha uzağa götürülmesi, Anayasayı yenileme amacı ile taban tabana çelişmekte. Tam tersine, 1982’nin iktidarı/devleti kutsayan ruhuna dönülmüş oluyor. Oysa, gidilmesi hedeflenen gelecek, “yenilik” demek.

Bu ise, anayasal düzenlemeleri, parçalı değil, bir bütün olarak görme gereğini beraberinde getirir. Önerilen bir kural ve/ya kurum, anayasal kurallar ve kurumlar bütünü içerisinde düşünülmeli. Ama bu yetmez: her ikisi, anayasal denge ve denetim mekanizmaları bağlamında anlam bulur. Gerçi günümüzde, ülke ve insan üzerine öncelikli düzenleme yapılmaksızın yeni bir anayasal kurgu düşünülmez ise de, siyasal örgütlenme, “zirvenin nasıl olması gerektiği” sorununa kesinlikle indirgenemez.

Bu nedenle, “hükümet başkentte nasıl yapılanacak?” sorusu, taşradaki yapıları düzenleme şekliyle birlikte ele almayı gerekli kılar. Dolayısıyla, “Ankara’da hükümet” üzerine yapılacak bir öneri, idari, yerel ve bölgesel yapılardan ayrı olarak tartışılamaz. Ulusal siyasal yapı ile uluslararası örgütler arasındaki ilişkiyi düzenleme tarzı da, çağdaş bir anayasanın önsorunları arasında yer almakta…

Bu gerekliliklerin sonucu şu: başkanlık rejimi önerisi, bunu dengeleyici fren ve denetim mekanizmaları ile birlikte tartışılabilir ancak. Başka bir deyişle, yönetim modeli taklidi, Devleti, Edirne’den Hakkâri’ye, Artvin’den Muğla’ya yeniden yapılandırmayı gerekli kılar. Yine, yasama ve yürütme karşısında özerk, denetim ve uzmanlık birimleri öne çıkar. Yargının, yürütmenin güdüm ve vesayetinden çıkarılması da şart. Başkan ve icraatını eleştirebilen basın yayın kuruluşlarının varlığı yetmez, özerk araştırma ve bilim kurumlarını anayasal güvencelere kavuşturma şartı da kendini dayatır…

Önerilen/öneren ilişkisinde mantıksal çelişkiler de açık: önerenlerin gerekçeleri, yasama organının yürütme organından özerk olmadığı… Yani yürütme, yasamanın özerkliği adına başkanlık talebinde bulunuyor. Amaç “özerk yasama” ise, neden şimdi yasama üzerindeki vesayetinden vazgeçmiyor? Kaldı ki, bunu sağlayacak mekanizmalar, pekala parlamenter rejim içinde de geliştirilebilir. Özerklik adına başkanlık rejimi savunan yasama üyelerine ise, meşru bir soru: yürütmenin güdümü dışına çıkmanızı engelleyen kurallar neler? Başlıca kaygı, gelecek seçimlerde aday gösterilmemek ise, hükümet başkanı ile devlet başkanı birleştiğinde tek kişinin belirleyiciliği daha da pekişmeyecek mi? Hele hele, cemaat ve tarikat şerbeti ile kutsanmış bir siyasal kültürde tersini tasavvur etmek ne mümkün!

Yoruma kapalı.