“Askeri Otoritarizm”den Çıkıştan (1986), “Sivil Totalitarizm”e (2016) Gidiş mi?

“Askeri Otoritarizm”den Çıkıştan (1986), “Sivil Totalitarizm”e (2016) Gidiş mi?

Sorbonne’da aylar öncesinden kararlaştırılmış ders programı üzerine Üniversite Yönetim Kurulu’nun son dakika tavsiyesi, bellek bobinini hızlıca otuz yıl öncesine sardırdı. Neden ve ne ilgisi var otuz yıl öncesi ile?

Diyarbakır’dan Limoges’a

Mayıs 1986: “Maitre assistant invité” olarak ilk görevde yüksek lisans-doktora öğrencilerine verdiğim 25 saatlik ders,  Türk Anayasa Hukuku ve pratiği üzerine yoğunlaşıyordu. Tek adamın belirleyici konumuna örnek: CB Evren, Aralık 2005’te Dicle Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, şehir merkezini üniversite yerleşkesine bağlayacak köprünün yapımına 2002 ziyaretinde “hayır” dediğini; bu kez ise, “yapın veya yapmayın biçiminde bir kayıt” koymadığını beyan etti. Bu tavır ile iktidarın kişiselleşmesi arasındaki ilişki açıktı. 1982 Anayasası’nın dokusu ile bağlantılı olan bu sorun, Fransa’nın 1958 Anayasası’nın esinlediği metnin başka topraklarda nasıl bir uygulamayı beraberinde getireceğini göstermesi bakımından da anlamlı idi…

İstanbul’dan Sorbonne’a

Şubat 2016: “Sevgili Meslektaşım, Üniversite Yönetim Kurulu’nda Türkiye’deki durum görüşüldü. Bu çerçevede eğer onayınız olursa, doktora okulundaki ders/konferansınız, -daha geniş bir öğrenci grubunun ve arzu eden meslektaşların da katılımıyla- Türkiye’deki hak ve özgürlüklerin güncel durumunu kapsayacak şekilde genişletebilir…”

Düşünce ve basın, toplantı ve gösteri özgürlüklerinin bedelinin, “beden özgürlüğünden veya yaşam hakkından yoksun olma” eşiğine ulaştığı bir ortam ile, -9 şubat günlü son dersime ilişkin-Yönetim Kurulu kararı arasındaki bağlantı açık.

1986’dan bu yana tam 8 kez yasama seçimleri yapıldı; (sıkça övünme vesilesi yapılan halkoylamaları dışında). Zamanın totaliter ve otoriter rejimleri demokratikleşti; ama, Türkiye yöneticilerinin demokrasi adına tek övünç kaynağı, seçmenlerin sandık başına gidebilmesi. CB’nin halk tarafından seçilmesi, yönetimi “Anayasa ve mevzuat dışına çıkarmak” için kullanıldı… Evren’in “köprü engeli” çok gerilerde kaldı; hem gelinen, hem de gidilmek istenen yer bakımından.

Çünkü, Evren’in sadece 4 yılı kalmıştı ve anayasal-siyasal düzenin geleceğini ipotek etmeye yönelik eğilimi sınırlı idi; hatta, 1987’deki ilk Anayasa değişikliği Cumhurbaşkanlığı döneminde gerçekleşmişti.

2016’da görev başında olan mevkidaşı ise, -tezkere krizi gibi- önceki yanlışlarda ısrar ettiği gibi, geleceğe dönük olarak da çok iddialı: Sadece Anayasa’nın içeriği değil, yapım tarzı üzerinde de söz sahibi olmak istiyor; köprülerin, camilerin, havaalanlarının nerede ve ne zaman inşa edileceğine tek başına karar vermeye devam etmek istiyor; dahası, bireylerin yaşam tarzının ve toplum modelinin ne olması gerektiğine tek başına karar verme iradesini “muhafaza” ediyor.

Siyasal iktidarın partiler arasında el değiştirmesini zorlaştırıcı etkisiyle bu proje, tek parti hakimiyetini sürekli kılmayı da amaçlıyor; uzak hedef ise, “toptancı bir toplum”.

Ya 35 yıl sonraki paralellik?

Mayıs 1981: Dr. Programı çerçevesinde Limoges’dan yola çıkarak Brüksel-Lüksemburg ve Strasburg üçlüsünde AET kurumlarını ziyaret. Türkiye’den söz açılınca, heyete bilgilendirme konuşması yapan yetkili; “o la la! şimdi bir de askeri darbe…” diye söze başlayınca, salondaki bütün gözler bana çevrildi ve “aramızda Türk var” uyarısı, sözlerinin yumuşamasını sağladı… Ben ise, kahkaha ile yetindim.

Ve 15 gün önce:  “Mülteci krizi”, “AB ve Türkiye köprüsü” için vesile oluşturdu. Bu kez, AB yetkililerine, ülkemizle olan ilişkileri “mülteci krizi”ne indirgememeleri, müzakere sürecini canlandırmaları ve özellikle, “yargı ve insan hakları” başlıklarını açmaları gerektiği yönündeki naçizane ısrarlarım…

On yılların anlamı: 35 yıl önce, AET-Türkiye ilişkisinin mesafeli oluşunda tek nedenin askeri darbe olmadığı açıktı; şimdi açık olan ise, AB’nin Türkiye ile ilişkilerini “mülteci krizi”ne indirgediği… ( Avrupa Parlamentosu’ndaki gözlemimi aşan perde arkası çirkin pazarlıklar ise, önceki gün gazete manşetlerine yansıdı).

“Anayasa cephesi” oluşturulabilir mi?

Kuşkusuz  bu süreçte, Türkiye’nin sürüklenmek istendiği hedefin payı belirleyici… Zayiatın daha çok büyümemesi, muhalif demokrat çevrelerin “toptancı toplum” projesini bozma kararlılığına bağlı. Bunda, “anayasa zorlaması” bir kaldıraç olarak kullanılabilir. Şöyle; “hayır, biz anayasa sürecini reddediyoruz” demek yerine, yanlışları teşhir ederek doğru bilgilenme ekseninde bir “anayasa cephesi” oluşturmak suretiyle… (BirGün, 11.02.2016)

Yoruma kapalı.