“ Bülent Ağabey ve Kasım Hüznü ”

- Devamını Oku -

Önce, “1961 Anayasası ve Siyasî Düşünce Hürriyeti”, sonra “Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar”, Bülent Tanör’ün, kendisiyle tanışmadan önce okuduğum kitaplarıydı..

27-29 Eylül 1978’de, Gazeteciler Cemiyeti’nde Avrupa Konseyi ve İstanbul Barosu’nca gerekleştirilen “İnsan Hakları Üzerine Yuvarlak Masa Toplantısı”m izlemek için, Perşembe ve Cuma günlerini geçirdiğim Bolu’dan Ankara’ ya dönmek yerine İstanbul’a geldim. Bülent Tanör’ le, o vesileyle tanıştım.

“Günümüzde Yeni Yargı” dergisi, sonraki görüşme ve haberleşmelerimin düzenli olmasına vesile olacak ve ilişkilerimizi hızlandıracaktı….

Birkaç ay sonra yayımlanan ve “Kardeşim İbrahim Kaboğlu’ na sevgi ve başarı dileklerimle. B. Tanör. 29.3.1979” hitabıyla gönderdiği “TCK. 142. radde, Düşünce Özgürlüğü ve Uygulama” başlıklı kitabı, imzalı ilk yapıtı oldu. Yazdığı kısa mektupta, genellikle amaçsal olurdu eleştirilerimi bekledini de belirtiyordu. Kitabı okur okumaz, bana verilmiş bir ödev gibi, bir daktilo sayfası tutan gözlem ve eleştirilerimi kendisine posta ile yolladım. Hemen umlu tepki vererek, sonraki basıda değerlendireceğini söyledi. Bu arada, önümüzde Yeni Yargı”ya benden beklenen ilk yazımı (“Dernek Özgürlüğü: İlke mi İstisna mı?”, Nisan 1979) gönderdim. Derginin Ankara ve Karadeniz bölgesi abonman çalışmalarını üstlendim…

1979 yılı, Türkiye için bunalımlı, hattâ kaoslu bir yıldı. O ortamda Limoges’a gitmek üzere İstanbul Üniversitesi Merkez Bina önünde beni uğurlarken, Bülent Tanör, “bir ihtiyacın olursa bana bildir, idarî işler dışında” deyince, Rona Serozan, “merak etme, onları da ben hallederim” eklemesini yapmıştı. Fransa’dan 17. Ağustos 1980 Pazar günü 14 Eylül’de geri dönmek sere izinli olarak dört haftalığına gelmiştim. 12 Eylül sabahı Kenan Evren’in ırbe bildirisi ile uyanmıştık. Her ihtimale karşı Ankara’dan yola çıktım ama, Yeşilköy Havaalanı’ nda çıkış için yeni belgeler istendi. Türkiye’nin Marsilya Başkonsolosluğu’ ndan yazı gelinceye kadar gidemeyeceğim anlaşıldı.

Bu gecikme, 15 Eylül Pazartesi günü Bülent Tanör’ ün Öncülüğünde Yargı dergisi ekibiyle İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde toplanmamız için vesile oluşturdu. Doç. Dr. Bülent Tanör ve Doç. Dr. Rona Serozan Ta birlikte Av. Necla Fertan, Asistan olarak da Tankut Centel ve ben bir araya gelerek, ana gündemimiz olan Yargı dergisinin yayımının devamı üzerinde tartıştık. Yayımı askıya alma eğilimi ağır bastı. “Sayın okuyucularımıza” başlıklı şu yazıyı kaleme aldık:

“Mayıs 1976 dan bu yana, yaşamını bir hukuk dergisi olarak sürdüren Günümüzde YARGI ‘ nın, siyasî tartışmaların dışında kaldığı, bir başka ve daha doğru deyişle, siyasî olaylara sadece ve sadece hukukçu gözüyle yaklaşıp, hukukî eleştirilerini açıkladığı, gözünüzden kaçmamıştır.

Bu özelliği korumak amaciyle, yeniden kurulacağı açıklanan anayasal düzenin gerçekleşmesine değin; yayın hayatımıza ara vermeği kararlaştırdık Bu kararımızı anlayışla karşılayacağınızı umuyoruz”.
(Ekim 1980, sy.54)

Fransa’ya gidişimin iki hafta gecikmesi, Fransız Hükûmeti’nin burslusu olarak bir yıllığına aynı ülkeye bir gün arayla gelen Bülent Tanör’le Paris’te buluşma vesilesini yarattı. Kongre iktidarları üzerinde çalışacaktı. Liraoges’a hareket etmeden önce, bir süre birlikte olduk. 12 Eylül Darbesi ve bunun yol açması muhtemel olumsuz uygulamaların ve onarım güçlüklerinin, konuşmala­rımızın eksenini oluşturduğu anlaşılabilir. Hattâ, “Çité universitaire internationale’ deki odasına yerleşirken, “İbrahim, Fransızca klavye daktilo ile ‘sıkıyönetimin sıkıcılığı’ deyimini sakın yazma” biçimindeki uyarıyı (Fransız alfabesinde “ı” harfinin bulunmayışını ima ederek) mizahî bir üslûpla dile getirdi.

Prof. Morange ve ben, Kemalizm konusunda bir konferans vermesi için, kendisini Limoges Üniversitesi’ne davet ettik. 12 Mayıs 1981 günü, Le populaire du centre gazetesinde, “Türkiye: Kemalizmin Sınırları” başlıklı şu yazı yayımlandı:

“Geçen hafta, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profesörü Bülent Tanör, çok açık bir üslûpla ve kusursuz bir Fransızca ile, Hukuk Fakültesi öğrencilerine ve bu fırsattan yararlanan bazı Limoges ‘lulara, Kemalizmin ne olduğunu berrak bir biçimde açıkladı.

1919 – 20’de başlayan ve 1940 -1945 ‘li yıllarda sona eren bir Türk ulusal hareketi söz konusudur. Başlangıçta, orta burjuvaziden çı­kan ve (ulusal burjuvazi, fakat arazi malikleri ve köylüler gibi) çok farklı toplumsal katmanlarca desteklenen aydınlar ve subayların öncülüğünü yaptığı bir ulusal kurtuluş hareketi vardır.
Bu hareket, ulusalcı ve demokratik fikirleri uzlaştırma çabası içerisinde oldu. Zira, seçilmiş bir Meclis tarafından yönetilen bu hareketin politikası, ulusal egemenlik ilkesini yaşama geçirmek zorundaydı. Kenan ‘ın bu sözcüğe verdiği anlamda ulusalcı, aynı zamanda barışçı ve demokratik olan Kemalizm, devlet ve hukuk aracılığıyla, Türk toplumunu dönüştürme çabası içerisinde oldu.

Türk toplumu çağdaşlaştırıldı ve laikleştirildi. Bu çerçevede, Batı’dan esinlenen yasalar, medenî hukuk, ceza hukuku ve ticaret hu­uku alanında belirleyici oldu. Böylece, ulusal bir devletin kuruluşuna ulaşıldı. Bu da, kapitalist ve burjuva toplumuna doğru bir ilk adımı oluşturdu.

Sonuç olarak, bay Tanör, Kemalizmin sınırlarını da ortaya koy mak durumundaydı. Kemalizm, Türk ekonomisini demokratikleştirme aşamasına gelemedi. Birçok bakımdan vazgeçilmez olan tarım refor­munu gerçekleştirmeyi istemedi veya gerçekleştiremedi. Bu yetersiz­likler, belki de günümüz Türkiye’sinin içinde bulunduğu bunalımlarla bağlantısız değildir”.

Bülent Tanör, Limoges’a ikinci kez doktora tez savunmamda jüri üyesi sıfatıyla yine Paris’ten gelecekti.
1982 başlarında, yeni açılan Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne gitmeye karar verişimde, Bülent Tanör’ ün Diyarbakır’a gidecek olan gönüllü öğretim üyeleri arasında yer alması da etkili olmuştu. Fakat, onları “göndermediler”. Nitekim, B. Tanör, gönderilmeyişini izleyen aylarda, 1402 sayılı Yasa ile Üniversite’den uzaklaştırılacaktı. Diyarbakır yaşantımı daha başından beri ıcrak ve ilgiyle izliyor, bu nedenle 1983’ten 1990’a kadar geçen dönemde İstanbul’a geldiğim zamanlarda, konuşmalarımızın ağırlık merkezini bu konu oluşturuyordu. 1989’da Üniversite’ye dâva yoluyla dönüşü ile, benim de aynı olla 1990’da istanbul’a dönüşüm arasında paralellik oluşmuştu. Üniversite ışında kaldığı dönemle, benim “gönüllü sürgün” dönemim hemen hemen örtüştüğünden, oralarda karşılaştığım sıkıntılar (acılar, hayal kırıklıkları, tanık lunan ikiyüzlülükler) karşısında Üniversite dışında bırakılan Tanör’ü ve diğer meslektaşlarımın durumunu göz önüne alarak, “yakınma hakla”mı kendi kendime sınırlıyordum. Öte yandan, “Doğu’nun Paris’i” olarak nitelenen bu kentten, İstanbul’da görev yapan birçok meslektaşın “Bizans zihniyeti”ni hissetmek de benim için bir kayıp olmasa gerekti… Bir yandan, gönüllü olarak ilmek isteyen öğretim üyelerinin gönderîlmeyişi, öte yandan birkaç saatliğine ile Diyarbakır’a gelmemek için çeşitli “cambazlıklar”a başvuran meslektaşları. Birbirinin karşıtı olan iki tutum, YÖK politikalarınca da sık sık sergilenmiyor değildi. (Gerçekten, rotasyon yoluyla doğu ve güneydoğu üniversitelerine öğretim üyelerinin gönderilmesinde tanık olunan laçkalık, aslında bir çifte standart uygulamasını maskelemiyor değildi. 80’li yıllar, ayası atılan “Türk-İslam sentezi”nin üniversitelerde YÖK gözetiminde tutma yılları oldu aynı zamanda.).

1983 yazında Paris’te “Quarter Latin”de Sorbonne Üniversitesi’nin Önündeki meydanda A. Comte Heykeli’nin karşısındaki cafe’de Tanör, burayı severdi bir durum değerlendirmesi yaparken, “Günümüzde Yargı” dergisinin yeniden çıkarılabilirliğini konuştuk. Tanör, buna duyulan ihtiyacı ve sivil rejime geçişte görebileceği işlevi dile getirdi (Fakat, ondan sonra bu konuya yeniden dönemedik).

Üçüncü Dünya rejimlerine ve Afrika’ya ilgisi, 1985 sonunda Senegal dönüşümdeki söyleşide somutlaşmıştı. Aradan 16 yıl geçtikten sonra, Kamerun dönüşümdeki konuşmamız, aynı ilgi ve sıcaklığı yansıtıyordu. Üçüncü Dünya rejimleri ve demokrasileri üzerine yazma isteği ile bu ilgisi arasında yakın bağ gözden kaçmıyordu. Fakat, bu isteğini yerine getiremedi.

Marmara Üniversitesi’nde göreve başlamamla birlikte, Bülent Tanör’le bilimsel etkinliklerde ve jürilerde birlikteliklerle insan hakları alanındaki çalışmalardaki paylaşım da artacaktı. Artık mesleki yaşantımın sıkıntılı anlarında görüş ve tavsiyesini alabileceğim birinin yakınında bulunmanın verdiği güven vardı. O’nu Haydarpaşa Kampüsü’ne elden geldiğince sık sık getirmek için vesile yaratmıyor değildim. Ne var ki, A. Nalbant’ın doktora jürisinden kendisini çıkarmam için 1996 Mart’ında telefon ederek, sağlığıyla ilgili kötü haberi iletiyordu.

Bununla birlikte, Tanör’ün basın mensuplarını zaman zaman bana yönlendirmeye çalışmasına karşılık, kendisini bilimsel etkinliklere ve toplantılara katılım konusunda istemde bulunmaya ara vermiyorum. Kimi zaman başkalarını tavsiye ediyor, katılabildiği zaman da ancak “doğaçlama”dan konuşabileceğini söylüyor. Gerçekten, 1996’dan sonra da, birçok toplantıya katılmasını, çoğu kez ısrarlarım sonucu sağladım. Doğaçlamadan olarak nitelediği konuşmaları, çoğu zaman oturumların en özgün olanlarını oluşturdu. Haydarpaşa Kampüsü dışında, İstanbul Barosu İnsan Haklan Merkezi etkinliklerine de katmaya çalıştım. 1999 Ekim ayında Staj Eğitim Merkezi’nde verdiği bir konferansta, bazı avukatların 1970’li yıllardan kalan “solcu” anlayışı yansıtan sorularına verdiği sakin yanıtlardan sonra, İstiklâl Caddesi’nde yürürken, kendisine üzüntülerimi belirttim. Yanıtı, “İyi oldu. Bırak, eteklerindeki taşlan döksünler” şeklinde olmuştu. Yine aynı yerdeki bir konferansından sonra, Öbür gün Ankara Devlet Konukevi’ nde yapılacak olan “Sivil Toplum Örgütleriyle İnsan Hakları Zirvesi” konulu toplantıya katılmak üzere Ankara yolculuğumuzda konuşmalarımızın ağırlıklı merkezini, Türkiye’deki insan hakları ve bunlarla ilgili yapılanma sorunları oluşturdu. Konuşmanın yelpazesi, TÜSÎAD içerisindeki İnsan Hakları Merkezi çalışmalarını kapsamına alacak biçimde genişti. 14 Ekim günü yapılan toplantıda, Devlet Bakanı İrtemçelik, bu zirveyi İnsan Hakları Danışma Kurulu’na dönüştürme fikrini ortaya atmıştı.

Aynı yıllarda, ne yazık ki, İstanbul Üniversitesi’nde Rektör Alemdaroğlu ile i Tanör’ün “sıkıntılı” dönemi başlayacaktır. Bunun temel nedeni, üretken bir bilim adamı olarak Tanör’ün eleştiriden kaçınmayarak doğruları dile sürmesinden kaynaklanıyordu.
Gerçekten, 2000 yılı Şubat ayı sonunda Atatürkçü Düşünce Derneği’nin davetlisi olarak, kendisi İstanbul’dan, ben Paris’ ten gelerek Frankfurt’ta buluştuğumuzda, kendisi hakkında Hukuk Fakültesi Dekanlığı’nın (T. Centel imzalı) “gereği yapılacaktır” şeklinde Rektörlüğe yönelik yazı örneğini bana satınca, 20 yıl Önce aynı Fakülte’deki “5’li toplantı”mız aklımdan geçti… Tunus-Limoges-Paris üçgenindeki seyahatim nedeniyle Türkiye’den bir ay oyunca uzak kaldığım için, Frankfurt caddelerindeki uzun yürüyüşümüz rasında Bülent ağabeyin ülkemizin entelektüel yaşamı üzerine aktardığı tartışmaları ilgiyle dinliyordum. Fakat, içerisinde bulunduğu sıkıntılı ortama ve iğlik sorunlarına karşın, Türkiye solundaki fikrî tartışmaları o denli yakından i ayrıntılı izleyebiliyor olması, beni hayrete düşürmedi değil. Yine Frankrurt’un ünlü zoobotanik müzesini ziyaret sırasında bitki ve hayvan emine, ayrıntılara inme derecesindeki ilgisi ve doğal çeşitlilik karşısında, anayasa üzerinde çalışmanın kuruluğundan söz etmesi, çevre hakkı üzerinde de ılışan biri olarak beni hayli heyecanlandırmıştı.

Tanör’e yapılan haksızlıklara karşı, anayasacılar tavır koymalıydı. Bir bildiri kaleme aldım, Anayasa Profesörlerinin kamuoyuna ortak imzayla açıklaa yapmasını sağlamak için. Oldukça yüksek sayıda imza bir araya geldi; fakat bu girişim, askıya alındı. İzleyen aylarda Tanör’ le karşılaştığımda, teşekkür etti ve “Ama, buna gerek yok” dedi. Fakat aynı zamanda, İstanbul Ünivertesi’ nden iyice sıkıldığını ve geçici süreyle de olsa uzaklaşma isteğini ilk kez ; açıkça belli etti. 2000 yılının sonbaharı idi…

Birkaç ay sonra, 2001′ in başında aklıma yeni bir fikir geldi: Tanör’e desteği kurumsallaştırmak. Bunun aracı, bir “Anayasa Hukukçuları Derneği” olacaktı. Başkanlığına da kendisi getirilecekti. Fazıl ve Necmi Beylerle bir ön girişim grubu oluşturduk. Dernekler Kanunu’nun öngördüğü formaliteleri göz önüne alarak, Bülent ağabeye ilişkin işlemleri yapmak için, önce eşi Öget’le konuştum. Çünkü, kendisi önerimi daha baştan reddedecekti. Nüfus cüzdanı ile ağlantılı ilk işlemleri, kendi haberi olmaksızın yaptık. İmzasını hastanede sonradan aldım. Başkanlık önerisine etik açıdan ilkin karşı çıktı. Israrcı tavrım karşısında, “Peki” demek zorunda kalacaktı. O arada kurucular listesi de ortaya çıktı: İstanbul’dan Sağlam, Üskül, Yüzbaşıoğlu, Yazıcı, İnceoğlu, Üzeltürk, Tokuş; Ankara’dan Aliefendioğlu; Konya’dan Y. Atar; Diyarbakır’dan F. H. Erdem, belgelerini hazırlayıp yolladılar. Derneğin kuruluşunu bir basın toplantısı ile kamuoyuna 21 Haziran günü duyuracaktık. Kuruluş işlemlerini Emniyet müüdürlüğü nezdinde tamamlamayı, o sırada Kamerun seyahatinde bulunmam nedeniyle, kürsü arkadaşım Sultan’dan rica ettim. Emniyet Müdürlüğü’nün 50 klasör ve demek merkezi için bağımsız bir yer istemesi ve ayrıca Bülent ağabeyin de ateşinin yükselmesi nedeniyle, derneğin kuruluşunu ertelemek zorunda kaldık. Sonra bir ara bu konuyu yeniden açtığımızda, “Kuracağımız dernek işlevsiz kalmasın, genç arkadaşlar hevesliler mi?” sorusunu sorduktan sonra, bir iki meslektaşın çekincesini de belirterek, “Sen zaten yalnız başına bir derneğin yürüttüğü çalışmaları yürütüyorsun ” sözleriyle, beni teskin etti. Dernek dosyası olduğu gibi çekmecemde duruyor.

“Anayasacılığımızın 125. Yılı (1876 – 2001)” Panelini, 24 Aralık 2001 günü Haydarpaşa Maki R Salonu’nda Fazıl ve Necmi’nin de katılımıyla, birlikte yaptık. R Salonu, daha önceki toplantılarda da olduğu gibi (Örneğin, 1997’de yaptığımız “Anayasa Yargısı” toplantısı) çok soğuk olduğundan, hepimiz ama özellikle Bülent ağabey çok üşüdü. Toplantıdan sonra Dekan Yardımcısı Mehmet Somer’in (Kendisini 24 Mayıs 2002’de kaybettik.) odasında hem ısındı, hem de anayasacı genç meslektaşlarla sohbet etti. Bu, toplu olarak son birlikteliğimiz ve söyleşimiz oldu.

Sonra, 7 Kasım 2002’de, 1982 Anayasası’nın 20. yılı vesilesiyle, bu Anayasa’nın “demokrasi anlayışı ve getirdiği ortam”ı tartışmak için bir toplantı düzenleyeceğimi ve kendisinin de katılmasını istediğimi ilettiğimde, önce heveslendi, “Ama, verdiğim sözü tutamayınca üzülüyorum” diyerek, Maltepe Üniversitesi’nin 17 Haziran 2001’de egemenlik üzerine yaptığı toplantıya yollama yaptı.

İzleyen aylarda, 2002 yaz sonu güz başı aynı konuyu kendisine açtığımda, 125. Yıl toplantısından sonra bir başka toplantıya katılamadığını belirterek, “Beni hesaba katma, siz yapın” dedi. “Gelemez iseniz, telefonla katılırsınız” yanıtını verdim. Konuşmasında bozulma olduğunu belirterek, onun da zor olacağım ilâve etti (sağlığıyla ilgili olumsuzlukları ve geri gidişi ilk kez “bilimsel bir gerçek” olarak deyimleriyle dile getiriyordu). “Konuşmanızın bu hali bizimkinden daha iyi ” sözlerinden sonra, kendisi olmaksızın toplantıyı yapmaktan vazgeçeceğimi belirtince, “Hayır, bu bir bilimsel görev, öğrencileri aydınlatmak için bunu yapmalısın” sözleriyle, açık tavrını koydu.

“Meslekî görev ve bilimsel görev” anlayışı, Tanör’ ün meslek etiğini özetleyen bir kavram. Bir gün Fakülte’de konuşuyorduk. “Ağabey, öğrenciler ve kürsü arkadaşlarım sıkıştırıyor Anayasa Hukuku Genel Hükümleri için, ama olmadı; bir de, Teziç’e saygı endişem var…”. Yanıtı kısa ve açıktı: “Kitap yazmak, sadece hakkın değil, aynı zamanda görevin “.

Bostancı 9 Kasım 2003

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*