Çevre Bütün Türkiye, Siyaset Ankara, Ya Hukuk

Çevre Bütün Türkiye, Siyaset Ankara, Ya Hukuk

Ethem Torunoğlu: Sayın Hocam, ÇMO S. Ulusa! Çevre Mühendisliği Kongresi’nde yaptığınız çerçeve sunuş, “Çevre-Hukuk-Siyaset” ana temalı kongrenin yönünü belirlemişti. Öncelikle, hem Kongre’de Odamıza verdiğiniz katkı için, hem de bugün Çevre ve Mühendis Dergisi aracılığıyla bizimle bir araya gelerek değerli görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkür etmek İsteriz. Söyleşiye sizin bir makalenizde belirttiğiniz ve ele aldığınız bîr yaklaşımla başlamak istiyoruz. “Çevre Bütün Türkiye, Siyaset Ankara, Ya Hukuk?” diyorsunuz, bunu biraz açabilir misiniz? Hangi sorulan ya da sorunları dile getiriyorsunuz?

İbrahim Özden Kaboğlu: Bu soru, “çevre-hukuk ve siyaset” başlıklı bildiride İşlenen ana temanın uzantısı. Ülke bütün olarak çevre, Türkiye Üe özdeş. “Çevre bütün Türkiye” deyişiyle, çevre ve doğanın kapfayıa ve ülke bütününde geçerli özelliği; aynı zamanda evrensel vurgulanmak isteniyor…

Siyaset ise, doğası gereği, ülke ve orada yaşayan insan topluluğunun ortak iyiliğini gerçekleştirmek amacıyla geliştirilen çözüm önerileri şeklinde tanımlanabilir. Hukuka gelince, bunun yapıcısı ve uygulayıcısı siyasal aktörler. Bu erekte yürürlüğe konmuş olan kurallara saygı ve en başta, hukuku yapanların buna saygısı ile hukuk toplumun ortak İyiliğinin hizmetine konulabilir.

Oysa, bizde tam tersine, siyaset yapan ve üreten kişi ve kuruluşlar için tek merkez, Ankara. Ama Ankara, bütün ülke için siyasa oluşturma merkezi olarak kullanılmıyor. Tam tersine, siyasal ve bürokratik çevreler, hukuku, çevresel değerlerin korunması amacıyla ülke geneline seferber etme bir yana, etkisini azaltma, uygulama alanını daraltma veya kendi politikalarına araç kılma yönünde kullanabiliyorlar.

Türkiye’de, Ankara dışında, çevre korumasını kapsamına alacak siyasal karar mekanizmaları bulunmadığından, her konuda yetki tekelini elinde tutan Ankara’ya önemli görevler düşüyor ama siyasal otoriteler söz konusu yetkileri ülke bütününü kucaklayıcı bir yaklaşımla kullanma yerine, kendi iktidarlarını pekiştirme aracı olarak görüyorlar… Bu vesileyle eklemek gerekir ki, Avrupa devletlerinin yerelleşme ve bölgeselleşme yönündeki evriminde, çevre koruması ve şehircilik, önemli etkenler oluşturmakta.

Burçak Karaman Uysal: Stockholm ile başlayan ve Rio’da daha da belirginleşen “çevre hakkı” ile çevre hukukunun uluslararası alanda İzlediği gelişim süreçleri üzerine düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız? Çevre hakkının geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Stockholm’den Rio’ya uzanan gelişmeler, çevre hakkının oluşumu bakımından önemli bir zaman dilimi. Bu dönem, aynı zamanda çevre hakkının insan hakları İle bütünleştiği bir süreci yansıtır. Çevre insan hakkı olarak bugün kullandığımız temel kavramlar, 1980’li yıllarda oluştu. Rio zirvesi, umulan ve beklenen sonuçlan doğurmamış olsa da, birçok çevre sözleşmesi ve bildirgesi, bilindiği gibi Rio dünya zirvesinin damgasını taşır. Bu arada, çevresel sivil toplum örgütlerinin dünya arenasına çıkışı da, Rio zirvesi İle gerçekleşti.

Yine 1990’lı yıllar, çevre hakkının uluslararası mahkemelerce tanındığı on yıllık zaman dilimini oluşturur. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, çevre hakkı kavramını ilk kez Aralık 1994’te kullandı, Bayan Lopez Ostra kararında (İspanya’ya karşı). Hatırlayalım ki, Avrupa Mahkemesi, sonraki yıllarda, Türkiye’ye karşı açılan davlarda çevre hakkını koruyucu birçok karar verdi. Bergama davaları sonucu verilen kararlar ve Öneryıldız kararı, örnek olarak belirtilebilir.

Ne var ki, 2000’li yıllarda, dünya ölçeğinde, önceki yıllarda tanık olduğumuz “çevresel hareketlilik” yerini, daha çok iktisadi küreselleşmeye bıraktı. 2002 Johannesbourg zirvesi, bunun bir göstergesi… Rio zirvesinden bellekte kalan onca belge, çevre hakkı bakımından güncelliğini sürdürüyor. Ancak aynı şey, Johannesbourg için söylenebilir mi?

2000’li yılların olumsuzlukları, çevre hakkının geleceği konusunda ipuçları sağlamıyor değil. Geçen Aralık ayında Kopenhag’da gerçekleştirilen iklim değişikliği üzerine önlemler zirvesi, karamsarlık için güncel bir gösterge. Kuşkusuz, bütün bunlar, çevre hakkının ilerletilmesi yönünde yürütülen yerel, ulusal ve bölgesel ölçekteki çalışmaları görmezden gelmemize yol açmamalı. Hatta şöyle bîr varsayım bile dillendirilebilir: geçen yüzyılda sınıfsal temele dayanan hak ve özgürlükler savaşımında ortaya konan toplu eylemler, önümüzdeki yıllarda çevre ve doğal yaşamı koruma ereğinde yaygınlaşabilir. İnsan hakları öğretisinde, çevresel haklara yönelik araştırma ve yayınların artması, umut kaynağı olarak kaydedilebilir.
Ethem Torunoğlu: Türkiye’de 1982 Anayasası’nda çevre hakkı tanındı. Dünyanın pek çok ülkesinden önce çevre hakkını tanıyan bir ülkede geldiğimiz aşamada “çevre hakkı” kavramı sizce bugün Türkiye’de evrensel bir norm olarak değer taşımakta mıdır?

İbrahim Özden Kaboğlu: Doğru, çevre hakkının anayasalaşma sürecinde, 1982 Anayasası ile tanıma, çok önemli bir aşama. Ne var ki, bu hakkın uygulamaya konması, anayasal tanıma ile paralel bir biçimde gerçekleşmedi. Neden olarak üç engel sayılabilir: yasama, yürütme ve yargı.

1983’te yürürlüğe konan Çevre Kanunu, bir çerçeve yasa olmanın yanısıra, çevre hakkına ve bunun bileşenlerine yabancıdır. Ne var ki, bu kadarının gerekleri bile yerine getirilmedi. Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin tam on yıllık bir gecikme sonucu hazırlanması, bunun açık bir göstergesi. Ya çok sık olarak değiştirilmesi ve sürekli istisnalar yaratılmış olması?

Yargı organlarına gelince, 80’li yıllarda oldukça ürkek ve Çevre Kanunu’nun ekonomik öncelikler vurgusuna yatkın kararları, yargıçların da genel eğilime uyum gösterdikleri anlamına gelmiyor mu? Danıştay’ın Gökova kararı, buna örnek olarak belirtilebilir.

Yargı organları çevre lehine 1990’li yıllarda açık tavır koyacaklar. Ama bu kez hükumetler bu kararlan etkisiz kılmak için “yeni buluşlar”(l)ı İhmal etmeyecekler… Bergama kararı, bunun tipik örneği. Ya Cargill davaları, bu konuda Bursa Barosu’nun açmış olduğu onlarca dava, Cargill şirketi aleyhine verilen kararların gereklerini yerine getirmemek için adeta hükümetler ötesi bir çaba… Bu davaların İnsan Hakları Avrupa Mahkemesİ’ne taşınması, ülkemiz için yeni bir eşik oluşturdu. Bu süreç devam ediyor.
Sonra, 2004 Anayasa değişikliği sırasında 90. maddeye eklenen cümle de, çevre hakkının evrenselleşmesi yönünde işlev görebilir. Bu maddeye göre, insan haklarına ilişkin bir uluslararası anlaşma ile yasa arasında çatışma olması durumunda, uluslararası sözleşme hükmü öncelikle uygulanır. Böyle bir düzenleme sonucu, Türkiye’nin onaylamış olduğu çevre sözleşmelerinin çevre hakkı île ilgili hükümleri, yasaların önüne geçecek demektir.

Eğer bu Anayasa maddesi ışığında, çevre davalarının çözümünde uluslararası kurallar uygulanabilirse, çevre hakkı ihlalleri azalabilir. Böyle bir uygulama, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararlarının gereklerinin yerine getirilmesiyle birleştirilebîldiği ölçüde evrensel standartlara yönelmemiz mümkün olabilir.

Burçak Karaman Uysal: Türkiye’de Anayasa’da yapılmak istenen kapsamlı değişiklikler arasında çevre hakkının kaldırılması da gündemde. Bunun yerine “sürdürülebilir kalkınma” kavramı getirilmek İsteniyor. Bunu siz nasıl yorumluyorsunuz ya da bu yaklaşıma nasıl bakıyorsunuz?

İbrahim Özden Kaboğlu: AKP’nin 2007 yılında hazırlattığı anayasa önerisinde çevre hakkına yer verilmemişti. Gerçi bu metin AKP’ce sahiplenilmedi. Ama, bir öğretim üyeleri grubunun çevre hakkına 1982 Anayasasından daha geri bîr bakış açısıyla yaklaşmış olması, esef verici bir durum olarak belirtilmeye değer. Bu, hükümet çevrelerine yakın zihniyetin, çevre hakkına ve dünyadaki gelişmelere ne denli uzakta olduğunu gösterir.
Çevre Kanunu’nda yapılan değişiklikte, “sürdürülebilir gelişme” kavramı yerine, “sürdürülebilir kalkınma” denmesi, bu kavramın daraltıcı anlamda ve ekonomik çağrışımı öne çıkaran bir yaklaşımla kullanıldığı anlamına gelir. Çünkü gelişme, kalkınma kavramından daha geniştir; sosyal ve kültürel öğelerle insani gelişimi de kapsamına alan zenginliği ifade eder.

Ethem Torunoğlu: Yarın 10 Aralık 2009, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin kabul edildiği tarih ve İnsan Hakları Günü… Bu bağlamda, sizce Türkiye’de su hakkından barınmaya kadar halkın hakları ve bu eksendeki kazanımlar nelerdir?

İbrahim Özden Kaboğlu: Türkiye, BM’nin kurucu üyesi olarak İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni İmzalamış olmakla övünür, ama bu belgeyi somutlaştıran düzenlemeleri onaylamayı olabildiğince geciktiren veya onayladığında da çok sayıda çekince koymakla tanınan bir ülke. İkiz paktlar, bunun tipik örneği olarak belirtilebilir. İnsan Haklan Evrensel Bildirgesi’ne hukuken bağlayıcı bir özellik sağlamayı amaçlayan Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi İle İktisadi, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi, yaklaşık 30 yıllık bir gecikmeyle, 2003 yılında onaylandı. Bu gecikmede, her İki belgenin başlangıç kısmına damgasını vuran “halkların kendi geleceğini belirleme hakkı”nın etkili olmadığı söylenebilir mi?

Ne var ki, öte yandan, halkın haklarından söz etmeyen ve sadece çevresel hakları düzenleyen Aarhus Sözleşmesi’n i bile Türkiye, onaylamamakta direnmektedir. Bilindiği gibi, Çevresel Katılım, Bilgilenme ve Başvuru Hakkı üzerine Sözleşme olan Aarhus Sözleşmesi, Türkiye’de çevre hakkını uluslararası standartlara ulaştırma bakımından kaldıraç işlevi görebilir.

Ethem Torunoğlu: Bugün söyleşiyi yaptığımız sırada, Dünya bir zirveye tanıklık ediyor. Danimarka’nın, Kopenhagen kentindeki “İklim Değişikliği Zirvesi”. Acaba, Danimarka Başbakanı Rasmussen’in deyişi ile “Kopenhagen” “Hope’nhagen” yani umut kenti, umut ortamı olabilir mi? Çevre ve evrensel haklar, uluslararası politika açısından?

Hatırlanacağı üzere, “Kopenhag Kriterleri” adı verilen “demokrasi, insan haklarına saygı, azınlıkların korunması ve hukuk devleti” ilkeleri, 2000’lierin başında, demokratik açılım hedefinde Türkiye’nin umudu olmuştu. Tam on yıl sonra, bu kez Kopenhag’da yapılan “İklim Değişikliği Zirvesi”, insanlık için umut olabilir mi?

Bu zirveye keşke iyimser bir bakış açısıyla yaklaşabilseydik. Umut olamayışında, öncelikle, dünyanın süper güçlerini sarmalayan, ekonomik çıkar, daha fazla kar ve sömürü düzeninin belirleyici olduğu söylenebilir. İkinci olarak, uluslararası ilişkilerde demokrasi ve hukukun etkili olamayışı da olumsuz bir faktör olarak belirtilebilir. Nihayet, evrensellik bakımından, insan hakları yerine iktisadi faaliyetlerin öne çıkmış olması, belirtilebilir. Oysa evrensel olma özelliğini en İyi yansıtan hak, çevre hakkından başkası olamazdı…

Burçak Karaman Uysal: Geçtiğimiz yıllarda Fransa’da mahkeme kararlarına “ekolojik zarar” kavramı yansıdı. Bu kavramı biraz açabilir misiniz? Bu kavramın iklim değişikliğinin yol açtığı zararlar açısından sizce önemi nedir?

İbrahim Özden Kaboğlu: Hatırlanacağı üzere, 1999’da Fransa’nın atlan tik kıyısında “Erika” adlı gemi, çevresel bir felakete yol açmıştı. Bunun davası sekiz yıl sürdü ve İki yıl kadar önce Paris Asliye Ceza Mahkemesi’nde sonuçlandı. Bu kararla, “ekolojik zarar” kavramı, yargı kararı yoluyla pozitif hukuka girmiş oldu; hem de çevre korumasının gerilediği bir dönemde.

Kuşkusuz böyle bir kararın ortaya çıkmasında, Fransa’nın “çevre hakkı”nı, “Çevre Şartı” adı verilen bir belge ile anayasal düzeyde düzenlemesinin payı var. Karar, dava ehliyeti ve sorumluluk ilkesi bakımından önemli: Mahkemeye göre; “belli bir yeryüzü parçasını

POSTA – ÇEVRE HUKUK SİYASET

çevresel bakımdan koruma, işletme ve muhafaza sorumluluğunu yasal yetkiyle üstlenen alan toplulukları, bu alan üzerinde çevrede yol açılan zararın giderimini isteyebilir”. Bölgesel ve yerel yönetim birimleri olarak alan toplulukları yanısıra, çevre dernekleri de çevreye verilen zararın karşılanmasını talep edebilir.

Sorumluluk ilkesi bakımından karar, felakete neden olan aktörler bütününü kapsamına alıyor: deniz taşımacısı firma olan Total’den başlayıp gemi sahibi ve gemi işleticisine kadar, petrol taşımacılığı sertifikası veren RİNA şirketini de ihmal etmeksizin… Yargıçlara göre, kaza yapan ve 1975 yapımı olan tanker, mevcut haliyle asla denize açılmamalıydı. Taşıdığı 30 bin ton petrolün 20 bin tonu denize dökülmüştü. Kirletilen 400 km. karelik kıyı alanını temizlemek için 600 milyon avro harcanmıştı.

Gemi sahibi ve işleticisi, deniz güvenliği bakımından tehlike oluşturacağını öngörebilir oldukları halde, bakım masraflarından bilerek ve birlikte hareket ederek kaçınmıştı. İtalyan şirketi RİNA İse, seyrüsefer İznini ticari kaygılarla alelacele yenilemişti. Bu durum, “nitelikli bir kusur”un mevcudiyeti anlamına geliyordu.

Mahkeme, sonuç olarak, kirletme suçu nedeniyle sorumluların hepsini, -hapis dışında- en ağır cezalara çarptırdı. Neden oldukları zararlar için, müdahiller yararına 192 milyon avro ödemeye mahkum edildiler.

Aleyhine temyiz yoluna gidilen 350 sayfalık Paris Asliye Ceza Mahkemesi kararı, iki yeniliğe çoktan İmza atmış bulunuyor:

– Öncelikle, “çevreye verilen zarar” kavramını tanıyan yargı, anayasal bir ilkeyi uygulamaya geçirmiş bulunuyor. Bu ilkeye göre, “herkes, çevrede yol açtığı zararın giderimine katkıda bulunmakla yükümlüdür” (Çevre Şartı, m.4).

– İkincisi şu: konuyla ilgili uluslararası belgeler ışığında sorumluluk halkasını paylaştırmak suretiyle “kirleten öder” ilkesini uygulamış oluyor.

Bu karardan hareketle, ülkemiz için şu sorulabilir: deniz güvenliği bakımından Fransa’ya göre çok daha tehlikeli bir bölgede bulunduğumuz göz önüne alınarak, en azından Fransızlar kadar hukuki düzenleme yapmak bizim hakkımız değil mi? Ne gezer! Baksanıza, bu tür konular, sözüm ona “anayasa reformu” çalışmalarından “teğet” bile geçmiyor…

Burçak Karaman Uysal: Bu alanda konuşacak daha pek çok şey var elbette ancak çizdiğiniz çerçeve ve değindiğiniz örneklerin tek başına konuyu tartışmaya açmak açısından bile son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Bizimle değerli vaktinizi, görüşlerinizi ve değerlendirmelerinizi paylaştınız, bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*