“ Demokrasi, ne için ve kimin için? ”

- Devamı için tıklayınız -

Linç, kozmik arama, Çankaya yemeği, B. Arınç’ın çıkışları, parti liderleri arasındaki atışmalar… Görünüm: 2010’un ilk haftasını kasvet ve karamsarlık kaplamış durumda. Tas, daha eski, hamam da öyle…

HANGİ HAK İHLALLERİ?

Bir haber: “en çok ihlâl şikâyeti ‘hasta hakkı’yla ilgili”

“Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’na (BİHB) 2009 yılının ilk 10 ayında Türkiye genelinde 3 bin 911 kişi ‘insan hakları ihlali’ iddiasıyla başvurdu. En çok başvuru ise 413 ile sağlık ve hasta hakları ihlalleri nedeniyle gerçekleşti.”

Buna haber değeri veren medya, şunu soramıyor: BİHB, yaygınlaşan “linç girişimi” olaylarını araştırabilir mi? Veya TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, kitlesel insan hakları ihlalleri ya da TEKEL işçilerinin biber gazı soluması karşısında ne yapıyor?

Belli grupların alışkanlık haline getirdikleri linç girişimleri, “kolluk güçlerince kollanmış kişi özgürlüğü ve güvenliği ihlâlleri” ötesinde, devletin varlık nedenini sorgulatıyor. Toplum ise, ilkel bir barbarizme yöneliyor.

BirGün’de yayımlanan (05.01.’10) listeye bakılırsa, linç girişimleri, tikel veya bölgesel değil, yaygın ve ülkesel…

Bunlar iktidarın veya idarî ve siyasal nitelikteki insan hakları birimlerinin ne kadar umurunda?

Mesela, hükümetin 2. adamı konumundaki Sn. Bülent Arınç, bu tür konularla ilgilenir mi? Neden Arınç? Çünkü kendisi, muhtemel bir suikastın mutasavver muhatabı. Üstelik, şüpheli kişiler asker.

ASKER/SİVİL: OLAN VE OLMASI GEREKEN

Türkiye, asker kişilerin görev yerlerine yönelik aramalarla yılı tamamladı ve görünen o ki, yeni yılı da eskitecek gibi: “suikast planları” çıkacak mı, ya da “darbe planları”na rastlanılabilecek mi?

Gerçi, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, devlet sırrı kavramının “suçla ilgili delillerin aranmasına” engel oluşturmayacağına karar vererek, arama eyleminin çerçevesini de belirlemiş oldu.

Buna karşılık, bu olay, sivil ve askerin yeri veya ilişkisi konusunda şu çelişkiyi yeniden gün ışığına çıkardı: Bir yandan, askerler kendi görev alanı dışında anayasal bir konuma sahip: millî güvenlik alanı. Öte yandan, ülke savunması bakımından kilit önem taşıyan mekânlar bile sivillere açık.

Başlıca umut şu olabilir: Özel Harp Dairesi adı altında “kontrgerilla” adı verilen yapılanmanın ortaya çıkarılması. Bu, hukuk devleti adına bir kazanım olur.

Ne var ki, sivil-asker iktidar kavgası görüntüsü ağır bastığı için, muhtemelen gerçekler ortaya çıkmayacak. Buna karşılık, B. Arınç’a demokrasi ödülü verilme olasılığı daha yüksek.

Yedi yıldır TBMM’de tek parti çoğunluğu, siyasal istikrar sağlayamadı. Tam tersine, zincirleme bunalımlar hiç eksik olmadı. Bunda, “demokrasi eksiği”nin payı olsa gerek. Seçilmişler, vekil olma özelliğini unutup, kendilerine “egemenlik” vehmederek, iktidar kavgasına soyunur. Demokrasiden anladıkları ise, sadece “seçilmiş olma”ları…

MEDYAYA SERVİS ETMENİN ÂLÂSI

Ergenekon davası vesilesiyle sıkça sorulur: bu gizli belgeleri medyaya kim servis eder?

Yıl, 2004. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ni Türkiye’nin onaylamasının 50. yılı, “İnsan Hakları Kurultayı” ile kutlanacak. İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanı sıfatıyla TBMM Başkanı B. Arınç’a resmi bir yazı ile Kurultay’a katılımını önerdim. Ayrıca, Kurultay’a İHAM Başkanı ve birçok üyesinin geleceğinden bahisle, TBMM yönetiminde olan Dolmabahçe Sarayı’nda bir resepsiyon vermesinin anlamlı bir jest oluşturacağını belirttim.

Yazıya yanıt bile gelmedi. Ama Kurultay’ın 2. günü AKP yanlısı bir gazetede sekiz sütuna manşet: “Kaboğlu, Meclis Başkanından 90 milyarlık resepsiyon istedi” (…)

İzleyen yıllarda Ankara Adliyesi’nde F. Yokuş davası duruşmasında, yargıcın tam karşısında oturan izleyici, Sn. İzgi’den başkası değildi. Yani Arınç’tan önceki Meclis Başkanı. Saldırgan sanığı destek amacıyla duruşmaya gelmişti…

Böylece, -muhafazakâr ve milliyetçi- Meclis Başkanları, insan hakları karşıtı konumu bakımından birbirini tamamlıyordu.

YİNE SORALIM: DEMOKRASİ, NEYİN ARACI?

Parlamentolar, mutlak monarşiye karşı verilen mücadelede “özgürlükler temsilcisi” oldu. 20. yüzyıl ise, demokrasiyi, “İnsan haklarının hizmeti”ne yönlendirdi. Demokratik toplum, bunun en belirgin kanıtı. Bizde ise, demokrasi, hâlâ seçilmişlerin iktidar aracı olarak algılanıyor.

Böyle olunca, “seçilmiş yönetciler”, linç girişimleriyle devlet destekli insan hakları ihlâllerinden çok, güç ve enerjilerini “seçilmiş olmayan” diğer iktidar odaklarına yönlendiriyor. Peki ya insan hakları kuruluşları? Onlar ise, seçilmişlerin hizmetine. Seçilmişlerin tek üstünlüğü, “seçkin” değil, sadece “seçilmiş” olmaları…

Eşitlik: Ne doğarken, ne de ölürken

12:10 08 Ocak 2009

“Bütün insanlar haysiyet ve haklar bakımından eşit doğar…”(m.1). “Herkes, yaşam, özgürlük ve kişi güvenliği hakkına sahiptir.”(m.3). İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi tarafından ilan edilen bu ilkeler, Birleşmiş Milletler Örgütü (BMÖ)’nün kuruluş nedeni.

Devletin varlık nedeni de, aynı ilkeleri korumak değil mi? İnsanlar toplu yaşamı sürdürebilmek için, herkesin uymakla yükümlü olduğu ortak kural gereksinimi: kabaca, bugün devlet adı verilen siyasal örgütlenmeye bu şekilde ulaşılmış.

Konan kuralları ortak yarar hedefinde uygulamak için oluşturulan kamu gücü, çoğu zaman kişisel iktidarları pekiştirme aracı olarak kullanıldı. Bunu önlemek için, bu kez yöneticileri de çevreleyen kural ve mekanizmalar oluşturuldu. Hukuk devleti (HD), bu sürecin ulaştığı en ileri aşama…

Devlet sandviç mi?

Ne var ki, HD adına kurulan sistem, insan haklarının yöneticilerce ihlalinin önüne geçemedi, devletlerin başka devlet ve halklara saldırılarını önleyemedi. “Yaşam hakkı” , ne yazık ki, her iki ihlal şeklinin ortak paydası…

İşte BMÖ’nün varlık nedeni, bu ortak payda ile açıklanabilir. Böylece, hakları sayesinde insan, uluslararası hukukun öznesi haline gelerek, devletlerin tekelindeki hukuk, yaşam hakkı eksenli yeni bir yapılanma eşiğine ulaştı. Aslında Avrupa Konseyi (AK) gibi bölgesel örgütlerin kuruluşu da benzer kaygıya dayanıyor.

Bu gelişmeler, hukuk devletinden “hukukun üstünlüğü”ne geçiştir aynı zamanda.

Yukarıya doğru tanık olunan açılımların tersi yönünde, alt-ulusal birimler de yaygınlaştı ve güçlendi. Bu kez itici gücü demokratik açılım olan bu hareket, insan haklarının ancak yerel eylemle gerçekleşebileceği fikri ile pekiştirildi..

Sonuç: bir zamanlar kutsanan ulus-devletler birer sandviçe benzemeye başladı, en azından Avrupa mekânında…

Koruyan mı, kendisine karşı korunulan mı?

Kuşkusuz bu gelişmeler, kamu düzeni ile devletin varlık nedeni arasındaki özdeşliği etkilemedi. Hatta kamu hizmetlerinin önemli bir kısmı da devletçe yerine getiriliyor: altyapı, eğitim, sağlık gibi. İşte bu düzen-hizmet ikilemi, koruyan-ihlal eden çelişkisini de beraberinde getiriyor.

Neden? Çünkü, kamu düzeni veya hizmetini sağlama görevi, belli bir yetkilendirme çerçevesinde yerine getiriliyor. Yetki, görevin gerekleri dışına taşırıldığı zaman, düzen ya da hizmet, yerini hak ihlaline bırakıyor. Bunu önlemek için, görev ve yetki, sorumluluk halkası ile tamamlanır, ama uygulanabilirse…

Düzenleme-denetim-yaptırım…

Görev-yetki ve sorumluluk halkası, “düzenleme-denetim ve yaptırım” üçlüsünde somutlaşır. Bu üçlü, sadece kamu düzeni veya hizmeti için değil, bunlar dışında kalan faaliyet ve/veya hizmet alanları için de geçerli ve daha da gerekli. Çünkü devlet, bizzat yürütmediği faaliyetleri düzenlemek- denetlemek ve ihlal durumunda yaptırım uygulamakla yükümlü. Hatta, çağdaş devletin ölçüsü, hangi faaliyetleri devletin, hangilerinin özel sektörün üstlenmiş olmasından çok, “düzenleme-denetim-yaptırım” görevini ne ölçüde yerine getirdiği noktasında düğümlenmekte.

İnsan hakları bakımından

İlk üçlü halkaya saygı duymayan devlet, insan haklarını ihlal etmiş oluyor: zira, “ iktidarın olduğu yerde insan hakları sorunu da vardır”.

Eğer ikincisinde, yani düzenleme, denetleme ve yaptırım halkasında kopma varsa, bu kez “yatay ilişkilerde İH ihlali” ortaya çıkar, ama bunun da nihai sorumlusu devlet.

İşte bu nedenle, çağdaş insan, “hak öznesi” olarak, “yetki kullananlar” karşısında kendini koruma mekanizmaları geliştirmekle meşgul. Bir zamanlar kendisini koruması için yarattığı “ejderha”dan, bu kez sakınmak için…

Sivil toplum örgütleri, muhalif gruplar, uzman ve özerk kuruluşlar ve yargı bağımsızlığı, bu nedenle gerekli. Unutulmamalı ki, devlet-ötesi mekanizmalar, sadece tamamlayıcı, yoksa bunların yerine geçemez.

Yaşam, başkaları için…

Yeni yılın ilk haftasının kanları, yaşam eksenli sistemleri sil baştan yapmışa benziyor: Doğal Gaz Genel Müdürü, yedi gencin hayatından çok, camiye koşma telaşıyla, tahayyül ettiği hayatı da güvenceleme çabasını yansıtıyor. Kendi çifte yaşamına hedeflenen görevli, “farklı” olan başkasına tek yaşamı bile çok görüyor…

BMÖ’nün bütün kazanımlarını yerle bir eden İsrail’i, kendi devletini de terörist konuma sokan ABD Başkanı Bush’un durdurmasını beklemek, herhalde aşırı iyimserlik olurdu. Ama sandviç devlet artığının ( AB dönem başkanı sıfatıyla , üstelik Prag’dan), Gazze vahşeti için savunma hakkı deyimini kullanabilmiş olmasına ne demeli? Yüzlerce kişiyi katleden bir devletin yaralılara insani yardımı bile engelleyebilmesi… BM, saldırıyı meşru kılma aracı olarak kullanılmadı mı?

“Adalet, gelişme ve barış” için dünya genelinde insan haklarına saygı ülküsünde kurulan BM temsilcileri ve üye devlet yöneticileri, bir gün, hiç değilse “eşit ölüm” kavramı üzerinde kafa yorabilecekler mi acaba?

Yoruma kapalı.