‘Generallerin ülkesi…’

‘Generallerin ülkesi…’

Yaunde, Kamerun’un başkenti; henüz varmıştık. Otelin bahçesindeki lokantada oval masa etrafında, konuklar kendilerini tanıtıyor. “Ben İstanbul’dan, Türkiye’den…” deyince, sipariş bekleyen siyahi garson girdi söze: “ generallerin ülkesinden geliyorsunuz yani…”.

1980’lerden Haziran 2001’e, belleklere kazınan askeri dönemin görüntüsü, ülke ile özdeşleşiyordu.

Öte yandan, yıllardan beri dışarıdaki ders ve konferanslarımda, yaygın olarak dillendirilen, “Türkiye’de laikliğin muhafızı Ordu…” şeklindeki kanaate hep karşı çıktım: “Hayır, laikliğin güvencesi anayasal kurumlar ve halk… Askerler konuya duyarlı, ama buna indirgenen laik rejimi yaşatmak zor…”

Fakat geçen hafta, TSK’nin 1 ve 2 numaralı komutanları, laiklik konusunda yabancıları doğrulamadı değil. Eğer konuşmaları laiklikle sınırlı kalsaydı, bilinen hassasiyetin, görev devri vesilesiyle yeniden dışavurumu şeklinde değerlendirilebilirdi.

Barış mı, savaş mı?: Toplum 1 Eylül dünya barış gününe hazırlanırken, varlık nedeni savaş değil barış olan Ordu’nun en üst iki komutanı, ülke barışıyla çelişen mesajlar verdi. Öyle ki, içeride barış söyleminden uzak bir yaklaşımın dışarıya karşı barışı nasıl sağlayacağı da merak konusu.

Konuşmalar, şu üç soru ışığında irdelenebilir:

Bilgiler ne derece doğru?

Ortaya atılan görüşlere göre alınacak önlemler, ülke barışını sağlar mı?

Ele alınan konular, komutanların görev alanına girer mi?

27 Ağustos’ta görevi devralırken KKK orgeneral Işık Koşaner, küreselleşmeden ulus devletlerin geleceğine kadar birçok konuyu ele aldı. Ertesi gün, GKB Orgeneral İlker Başbuğ, konuşmasında yelpazeyi, kültürel çeşitlilikten vatandaşlık vurgusuna kadar genişletti.

Koşaner’in kullandığı şu iki cümlenin doğruluk payı çok sorunlu: “Ulus ötesi sosyal ve kültürel hareketler ile etnik çeşitlilik, ulusal birlik ve güvenliği tehdit eder hale gelmiştir; uluslararası kuruluşlar ve ulus ötesi sivil toplum örgütleri küresel karar alma ve uygulama aşamasında giderek daha etkili olmaya başlamıştır.”. “Ulus devletler adeta demokrasi adına dağılmaya, insan hakları adına da bölünmeye mahkûm edilmektedirler.”

Başbuğ’un yaptığı vurgu ve açıklamalar da, daha az iddialı değil. Mesela, ulus devletin önemini, Habermas’ın cümlesiyle teyit ediyor: “uluslarüstü kuruluşların oluşturduğu uluslararası sahnede ve küresel oyuncular arasında ulus devletler hâlâ en önemli oyunculardır.” Ne var ki, öncülüğünü yine Habermas’ın yaptığı anayasal yurtseverlik ve yurttaşlık anlayışı ile çelişen yurttaşlık ve ulus devlet vurgusu yapıyordu.

Öte yandan, ulus devlet/üniter devleti, tartışma dışına atarak, düşünce ve ifade özgürlüğüne yeni bir sınır getirmiş oldu. Yine, yurttaşlığı da tek etnik kimlik ile özdeş kabul ettiği için, ulusu oluşturan insan topluluğunu tekbiçimli görüyordu. Haliyle, yurttaşlık da tartışma dışı.

Tartışmak, ‘Türkiye’nin ülkesi, ulusu ile bütünlüğünü istememek demektir.’ diyor GKB. Ulus devletten ne anlaşılması gerektiği sorusu bir yana, tam tersi düşünce daha geçerli: tartışmak, güçlendirir…

Vatandaşlığı Türk kimliği ile özdeş görmesi ise, Habermas’ın yurttaşlık-yurtseverlik kavramlarıyla tamamen çelişiyor. Çünkü yurttaşlık, kimlikler üstü özelliğiyle siyasal bir kavram, etnik değil. Oysa, alt-kimliklerin üst-kimlik haline getirilemeyeceği ve Türk kimliğinin tekliği görüşüyle, farklı kimlikleri dışlamakta.

2004’te İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun kabul ettiği “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu”na verilen sivil-siyasal tepki kervanına katılmıştı Başbuğ, Genelkurmay 2. başkanı sıfatıyla… Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 29.04.08’de Rapor’u akladı: “Bilimsel içerikli ve yapılan görevle ilgili hazırlanan raporun, bu haliyle resmi görüşü sorguladığı, suç teşkil etmeyecek tarzda ve ifade özgürlüğü sınırlılığıyla eleştirdiği ve değiştirilmesini önerdiği açıktır. Raporun içeriğinde yer alan görüşlere ve getirilen önerilerin benimsenme ya da reddedilme gibi değişik değerlendirmelere konu olması doğaldır…tam tersine, ulusal anlamda birliğin önerilen bu düzenlemeler sonucunda gerçekleşeceğini, bir düşünce açıklaması olarak ortaya koymaya çalışmaktadır.”(…)

Öğrenciler kimi dinlesin?: Komutanların açıklamaları, ‘görev tanımı içinde mi, yoksa dışında mı? tartışmasına girmeden, hatta söylemleri doğrultusunda icraat yapılsa ‘amaca ne ölçüde ulaşılır?’ sorusu bir yana, bilgisel temelde sorunlu. Bu nedenle, Afrika kıtasında bile, “Generallerin ülkesinden gelen prof.” olarak anılma sıkıntısı bir yana, asıl zorluk öğrenciler bakımından: Fakültelerde kendilerine verilen ulus devlet-üniter devlet tanımı veya düşünce özgürlüğü kriterlerini mi dikkate alacaklar, yoksa generallerin “yekpare ulus”a verdiği dersleri mi?

Yoruma kapalı.