“ Hukukla siyasetin 'ölesiye' rövanşı... ”

- Devamı için tıklayınız -

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Cumhurbaşkanı (CB) seçiminde aranacak toplantı yeter sayısına ilişkin gerekçeli kararı, 27 Haziran’da Resmi Gazete’de yayımlandı. Yüksek Mahkeme, 1 Mayıs günü, 11. CB seçiminde gözetilmesi gereken toplantı yeter sayısı ile ilgili TBMM kararını iptal etmiş; ancak iptal kararı yayımlanıncaya kadar, TBMM kararının yürürlüğünün durdurulmasına oybirliği ile karar vermişti (RG: 3.5/07).

Kararın özü şu: Anayasa md. 102’deki “üçte iki çoğunluk” ifadesi, toplantı yeter sayısını da kapsar. CB seçiminde bu md’nin uygulanmasını öngören TBMM İçtüzüğü md. 121 varken, yeter sayı olarak md. 96’daki 1/3 çoğunluğun kabulü, “eylemli içtüzük değişikliği” niteliğinde olup, Anayasa’ya aykırıdır.

AYM’nin bu kararı, diğerleri gibi eleştiriye açık. AYM’nin işlevlerini amacına uygun olarak yerine getirebilmesi için, eleştirilmeli de. Fakat bir haftadır tanık olduğumuz beyan ve “yayınlar”ın bir kısmı, eleştiri sınırlarını aşmakta. Karar sürecinde söylenenler de eleştiri değildi. Kararın yayımlanması ise, AYM’ye saldırma, yıpratma ve toplum önünde saygınlığını zedelemeye yönelik kampanya için önemli malzeme sağladı.

Karar öncesi, süreci ve sonrasında, siyasal ve siyaset-dışı aktörlerin, görev ve yetkilerini kötüye kullanarak yaptıkları açıklamalar, ülkemizde hukuk devletinin onarım sürecine darbe vururken, yurttaşlarda zaten zayıf olan hukuka inancı iyice örseledi.

Doğası gereği CB seçimi, hukuk ve siyaset sorunlarını iç içe geçirmişti. Bugün gelinen nokta, artık siyasetin hukuktan rövanş sürecine dönüşmüş olması. Oy avcılığı, mevcut anayasal kazanımlara zarar verici bir eşiğe taşınmış bulunuyor.

İlkin karar, denetim yetkisi açısından eleştirilebilir. Nitekim üyelerden dördü, “yetkili değiliz” demiş. Yine, “iki sayfalık gerekçe için, 2 ay mı beklemek gerekiyordu?” sorusuyla, gerekçenin gecikmesi de eleştirilebilir. Kötü yazılan bir anayasal md’nin istikrarlı uygulanması için, gerekçe önemli. Bu nedenle, açıklanan gerekçe(ler) farklı açılardan okunup, yetersiz ve zayıf olduğu savunulabilir; “iki ay sonra, hukuken daha güçlü bir gerekçe beklemek hakkımızdı” denebilir. Hatta, yıllardır önerildiği (ve Mahkeme’nin de gündeminde bulunan) gibi, AYM’nin yeniden yapılandırılması da tartışılabilir.

Fakat tüm bunlar, kararın demokratikliği ve meşruluğunu ortadan kaldırmaz; karşı oy yazıları, karşı oy gerekçesi ve ek gerekçelerle birlikte. Bu nedenle, kararı değerlendirirken, AYM’nin kuşatılmışlığını ve etrafındaki ablukayı da görmezden gelemeyiz.

Seçim öncesinde Başbakan, CB adayı konusunda tek belirleyici rolüne soyundu. TBMM Başkanı Arınç, seçim tarzı üzerine meydan okuyucu tavrını seçim sürecinde de sürdürdü. Basın, AYM üyelerinin resimlerini yayımladı. AYM’nin kimi üyeleri, konu hakkında beyan verme yanılgısına düştü… Konu AYM’ye intikal ettikten sonra, Baykal “felaket senaryosu” çizdi; Genelkurmay (aynı gün) “e-muhtıra” ile AYM’yi abluka altına aldı. Karar açıklandıktan sonra, Başbakan “yüzkarası” demek suretiyle, kuşatmayı tamamlamış oldu

(…)

Gerekçeli kararın yayımlanması ise, seçim kampanyasının son üç haftasında AKP için bulunmaz bir fırsat yarattı. Sözleri kamuoyunda ses getiren zevat, AYM karşıtı cephe oluşturdu. Önce söylemle. Kuzu örneği: “Anayasa’nın omurgası kırılmıştır. Hukuk patlatılmıştır, demokrasi çatlatılmıştır”. Sonra eylemle: “tarafsız” (!) TBMM Başkanı dahil, Erdoğan ve Gül, 30 Haziran Kayseri toplantısında tepkileri sandığa yönlendirerek, adeta “kitleselleştirme ve süreklileştirme” şeklinde bir “yuhalama kültürü” oluşumu için düğmeye basmış oldu. Böylelikle, “neden CB’yi seçemedik?” sorusuna yanıt aramak yerine, “neden üçümüzden biri CB seçtirilmedi?” ya-kınmasıyla, sorun seçmenlere havale edilmiş bulunuyordu. Bu nedenle, AYM kararını, hukuksal, siyasal ve siyaset-dışı zorlamalardan bağımsız olarak okumak mümkün değil.

Şu halde, ne yapmalı? Öncelikle, ölçülülük ilkesi göz ardı edilmemeli. Sonra, uzman ve hukukçular, elden geldiğince serinkanlı bir değerlendirme yapmalı. Yargı kararları hakkında en az ve en son konuşması gerekenler ise, politikacılar. Biliniyor ki, demokratik toplumun köşe taşı olan ifade özgürlüğü, yönetici konumda bulunanlar açısından görev ve sorumlulukları da içerir. Sözleri ise, yurttaşların-kine göre farklı etki ve sonuçlar yaratır; kimi zaman kalıcı ve onarılması mümkün olmayan bir biçimde. O denli ki, öldürücü bile olabilmekte: 14 yıl önce Sivas-Madımak katliamına giden yolu unutmayalım, Hrant Dink cinayetini de unutmayalım, Danıştay saldırısını da. Unutmamalı ki, hiçbir hedef, insan yaşamından daha değerli değil…

Yoruma kapalı.