İLKBAHAR 2003’TEN SONBAHAR 2013’E…

İLKBAHAR 2003’TEN SONBAHAR 2013’E…

2003 ilkbaharı: Başkan Bush ve Başbakan Blair, Irak’a saldırı için BM eksperinin Irak’ta kitle imha silahı bulunup bulunmadığına ilişkin raporunu bekleme gereği bile duymadı. Yıllar sonra kendi ağızlarından, çıraklık döneminde olduğunu öğrendiğimiz AKP Hükûmeti ise, Türkiye ülkesini, ABD-BK koalisyon güçlerine kullandırtmak amacıyla, tezkeresinin TBMM’ce onaylanması için çaba göstermekte idi…

2013 sonbaharı: Ankara, Suriye’ye saldırı öncüsü olmak için yoğun bir çaba gösteriyor; neredeyse dünya çapında. Beşar Esad’ın kellesini de istiyor; ABD’nin Saddam Hüseyin’inkini istediği gibi. Başkan Esad’ın gitmesini, Suriye’de barışın sağlanmasından daha çok önemsediği şeklinde bir görüntü yaratmıyor değil… Bu arada, Başkan Obama, Suriye’ye yönelik inisyatifini Kongre desteğiyle meşrulaştırma arayışında. Başbakan Erdoğan ve çömezleri ise, TBMM’yi telaffuz etmek bile istemiyor. Ya Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sundukları “başkanlık modeli” yürürlükte olsaydı, yedekler çoktan askere çağrılmış olurdu…

10 yıl sonra: ABD, Saddam’ın kellesini aldı; ama Irak’a demokrasi gelmedi. Ülkedeki kan gölü henüz kurumadı, bölge istikrarsızlığa sürüklendi… Kim kazandı? ABD’li silâh ve petrol tüccarları… Türkiye’nin Ortadoğu cehennemine sürüklenmemesinde, “acemilik dönemi”nin payı olsa gerek.

Türkiye açısından, şu soru meşru: Aradan geçen on yılda Türkiye demokratikleşti mi, yoksa olduğundan daha mı geriye gitti?

Teknik ve etik: ters orantı! Yanıt, demokrasinin iki boyutunun birlikte ele alınmasında saklı: Adlî yılı açış konuşmaları vesilesiyle yeniden depreşen, “çoğunlukçu” ve “çoğulcu” demokrasi açısından. Türkiye’yi yöneten çoğunluk, % 34’lük azınlık oyunu % 50’lere taşıdı. % 10 barajla da, temsil gücünü pekiştirdi. Bu, demokrasinin teknik boyutu… Ama bir de etik boyutu var ki, bunun ölçüsü “demokratik toplum”: Hak ve özgürlüklerin saygı gördüğü çoğulcu toplum. Hak ve özgürlükler karnesini resmen dolduran İH Avrupa Mahkemesi, verilerine göre 2012 Türkiye’si, Avrupa Konseyi üyesi 47 Devlet içinde, sondan (Rusya) ikinci. Ama gerçekte birinci… Şu halde, demokrasinin teknik ve etik boyutu arasındaki ters orantı açık. Şu güncel örnek tek başına yeterli: Adlî yılı açış konuşmasında eleştiri (çoğulcu yön) karşısında “yasa silâhı”nı göstermek, çoğunlukçu (teknik) anlayışın ne denli tehlikeli kullanılabileceğinin göstergesi.

“Gerçek mermi kullanmadık…”: Tam da bu konuda, önceki gün Kamu Denetçiliği toplantısında toplantısında, Gezi’deki şiddet kullanımına değinen AP Türkiye Raportörü Ruitjten’in “Polis ve güvenlik görevlileri de yasa dışına çıkarsa sonuçlarına katlanacaklarını bilmeli” eleştirisine karşı, Başbakan, “şiddet kullanmayana karşı gaz sıkılmadı, istisnai olarak kullananlar soruşturuluyor; gerçek mermi kullanılmadı” savunmasını yaptı… El insaf! Herhalde yapılması gereken, toplanan gaz mermilerini biraraya getirip kamuoyuna teşhir etmek…

Ağaç kesme-ağaç dikme: Başbakan, aynı toplantıda, “biz ağaç dikme noktasında AB üyesi ülkelerle şu anda rekabetteyiz, biz ön alırız”, dedi. Oysa aslolan kesmemek. Ağaç dikme, sürekli ağaç kesmeyi haklı gösteremez.

Ülkenin gizil gücü: Türkiye hükümeti ve toplumu, diğer bütün yönetim ve toplumlar karşısında sahip olduğu özgün konumu değerlendiremedi on yıl önce. Ne idi bu? Türkiye’nin, Batılılara göre, “üç tek” özelliği vardı: komşululuk, çoğunluk dini ve savunma (NATO üyesi). Eğer bu üç özelliği birlikte kullanabilseydi, Irak’a“savaşa hayır!” çığlığı etkili olabilirdi. Heyhat! Tam tersini yapma gayretkeşliğini eksik etmedi, tıpkı bugünkü gibi.

Gelelim Suriye’ye; Suriyeli –sadece-sığınmacılara kapıları açmak, başlıca olumlu katkı. Türkiye, eğer insancıl yardım olanaklarını suriye topraklarında seferber etseydi; insancıl hukuk kurallarını Suriye’ye uygulamak/uygulatmak için seferber olsaydı, belki de daha az kan akacaktı. Türkiye ise, bölgesinde ve uluslararası toplum önünde daha saygın bir konumda bulunacaktı… Ne yazık ki “ustalık dönemi” Hükümeti, bütün kartlarını yanlış oynadı.

Saldırı olursa, Suriye’ye demokrasi gelmesi bir yana, Irak’tan daha cehennemî bir ortama sürüklenebilir. Türkiye açısından; yapılması gereken, ne saldırıya katılmak, ne de topraklarını saldırganlara kullandırmak. Böyle bir macera, öncelikle, “gerileyen demokrasi”den daha da uzaklaşmaya ivme kazandırır. Ama daha tehlikeli olanı, Türkiye halkının bugünü ve geleceğini tehlikeye atmak olur. Ağaç misâli; “öldüler, ama biz sürekli daha çok doğurmalarını telkin ediyorduk” mu derler yoksa?

Yoruma kapalı.