“ Kolluk gücünü güçlendirirken... ”

- Devamı için tıklayınız -

Güvenliği özgürlüğe tercih eden 1982 Anayasasında 1995 değişikliği ile, toplu özgürlük yasakları seyreltildi; 2001’de ise, kişi özgürlükleri ve toplu hak güvenceleri pekiştirildi. Böylece, özgürlük-güvenlik dengesi kurulmaya başlandı. Anayasa’nın “kişi hürriyeti ve güvenliği” ve “özel hayatın gizliliği ve korunması”na ilişkin maddeleri (19-22) ve toplu özgürlüklere ilişkin maddeleri (33-34) yeniden yazıldı. İdari birimlerin yetkileri, yargı organlarına kaydırıldı. Madde 13’ten sınırlama nedenleri ayıklandı; bunların yerine, -en başta kolluk yetkilerinin sınırını oluşturacak- güvence ölçütleri kondu: Hakkın özü ve ölçülülük.

Ecevit başbakanlığındaki üçlü koalisyon hükümeti ve AKP hükümeti zamanında, Anayasa’ya uyum amacıyla mevzuat gözden geçirildi, bazı yasalar yenilendi. Fakat çok geçmeden, bir kısmı (örnek, geçen yıl yapılan TMK değişikliği) geri alındı.

Bu genel eğilim doğrultusunda, Polis Vazife ve Selâhiyetleri Kanunu’nun da (PVSK) iyileştirilmesini beklerken, değişiklik tersi yönde oldu. 2.6.’07’de TBMM’de kabul edilen 5681 sy.lı Yasa, kolluk güçlerine önemli yetkiler tanıyor: durdurma ve kimlik sorma, parmak izi ve fotoğrafların kayda alınması, önleme araması, zor ve silâh kullanma, adlî görev ve yetkiler… Güvenlik adına polis yetkileri artırılırken, kişi özgürlüğü ikinci plana atılıyor; güvenliğin sağlanması da kuşkulu.

Genel gerekçede, “demokratik bir yapıda kişi hak ve özgürlükleri ile kamu güvenliği dengesinin sağlanması”na vurgu yapılıyor. Ne var ki, madde gerekçelerinde, özgürlük değil, güvenlik kaygısı baskın. Anayasa ve İnsan Haklarına uyumun gözetilmemiş olması, metnin bir Ceza Usûlcüsünün kaleminden çıkmış olmasına bağlanabilir.

“Durdurma ve kimlik sorma” yetkisi, kişinin tutulması, “kimliği açık bir şekilde anlaşılıncaya kadar” gözaltına alınma ve gerekirse tutuklanma yetkilerini kapsamına alıyor. Bu yetkiler, Anayasa m. 19’a aykırı.

“Parmak izi ve fotoğrafların kayda alınması”, silâh ruhsatından pasaport başvurusunda bulunan kişilere varıncaya kadar, geniş bir uygulama alanına sahip. Parmak izinin alınma nedeninin kaydedilmeyişi ise, kişilik haklarına ciddi bir saldırı. “Sistemde kayıtlı bilgilerin hangi kamu görevlisi tarafından ve ne amaçla kullanıldığının de-netlenebilmesine imkân tanıyan bir güvenlik sistemi kurulur” denilmekte; ancak, ne zaman, hangi işlemle ve nasıl kurulacağı belirsiz. Sisteme kayıtlı parmak izi ve fotoğraflar, kişinin ölümünden itibaren on ve herhalde kayıt tarihinden itibaren 80 yıl geçtikten sonra silinir. Gerekçede, bunun “fişleme” olmadığı belirtilse de, düzenleme biçimi başka türlü düşünmemizi engellediğinden, Anayasa md. 20’ye aykırı.

“Önleme araması”nda, Anayasa’daki yargıç kararı koşulu korunuyor. Mülkî âmirin yazılı emri, gecikmesinde sakınca bulunan hallere özgülen-miş; bunların bir kısmını doğrudan Yasa tanımlamış: “Spor karşılaşması, miting, konser, festival, toplantı ve gösteri yürüyüşünün düzenlendiği veya aniden toplulukların oluştuğu hallerde, gecikmesinde sakınca bulunan hal varsayılır”. Toplu özgürlüklerin özünü zedeleyen tanım, Anayasa m. 13 ve 34’e aykırı.

“Zor ve silâh kullanma yetkisi” ise, en sorunlu alan. Görevini yaparken direnişle karşılaşan polis, bunu kıracak ölçüde zor kullanmaya yetkili. Polis, ihtar yapmadan zor kullanabilir, zorun derecesini kendisi takdir ve tâyin eder. Keyfî uygulamalara yol açabilecek düzenleme, “ölçülülük ilkesi”ne aykırı. Yasa’da, sadece silâh kullanmada ölçülülükten söz edilmesinin ise, pratikte anlamı yok.

Ne yapmalı? Anımsanacağı üzere, sakıncalı görülen kamu görevlilerinin işine son vermeyi öngören bir KHK, Cumhurbaşkanı Sezer ve Ecevit Hükümeti arasında krize yol açmıştı. Sezer, görevinin ilk aylarında, Anayasa’ya aykırılık gerekçesiyle direndi ve KHK’yı yürürlüğe koydurt-mamayı başardı (Ağustos 2000). Görevinin son aylarındaki Sezer’e, şimdi de tarihî bir görev düşüyor: bu kez, kişi ve yurttaş özgürlüklerine yönelen tehlikeyi önlemek için, Yasa’nın İHAS’a ve Anayasa’ya aykırı hükümlerini TBMM’ye geri göndermek…

İade önerisi, toplum ve üyeleri olarak güvenliğe ihtiyaç duymadığımız anlamına gelmez. Yaşamımızın her parçasında var olan şiddet (kapkaççılık, canlı bomba saldırısı, töre cinayetleri vs), güvenlik adına otoriteyi yücelterek değil, güvenlik-özgürlük dengesini sağlayıcı demokratik bir siyasal iradenin ortaya çıkması ile önlenebilir. AKP, TBMM’de sahip olduğu nitelikli çoğunluğu, insan haklarını ve demokrasiyi ilerletmede değil de, kriz üretmede harcadığına göre, 22 Temmuz seçimlerini umuda dönüştürmenin dışında başka bir seçenek görünmüyor.

Yoruma kapalı.