Ne Cumhuriyet, ne de demokrasi

Ne Cumhuriyet, ne de demokrasi

Cumhurbaşkanlığı seçimi, sadece devlet başkanının seçimle belirlenmesini gerekli kılan “cumhuriyet” açısından değil, anayasal kurumlar dengesi bakımından da önemli. Anayasal kurumlar, Fransa’da olduğu gibi, Türkiye’de de, geniş anlamında cumhuriyet kavramının çerçevesini oluşturur. Lâiklik anlayışı ve uygulama biçimi, Cumhuriyet’e özel bir anlam katmaktadır.

Bizde Cumhurbaşkanı -Fransa’da olduğu gibi- halk tarafından seçilmiyor olmasına karşın, tartışmanın bu kez hayli erken başlamış olması, Cumhuriyet’in baştan beri yüklendiği geniş anlamıyla bağlantılıdır.

Ne var ki, “Cumhurbaşkanı kim olacak?” sorusu, tartışmayı cumhuriyet-demokrasi ayrışması eksenine kaydırmış bulunuyor.

Şöyle ki; anayasal yapılanma tarzı olarak cumhuriyet, daha çok tavan ve çatı görünümünde; geri kalan kısım ise, büyük ölçüde demokrasi ile tamamlanmaktadır.

Uzunca süredir gündemde bulunan ve giderek uzayacak gibi görünen Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin tartışmada, belli kesimler Cumhuriyet’e (tavan) vurgu yaparken; diğerleri ise, demokrasiye (taban) ağırlık vermektedir. Her iki yönde yapılan çekiştirme, diğer tarafı ihmal etme noktasında, zorlamaya varabilmekte; ancak, aksi yöndeki zorlamalar, her iki tarafın, sahiplendiği mekânla örtüştüğü ya da barışık olduğu anlamına gelmemektedir.

Daha doğrudan bir ifade ile, demokrasiye mesafeli duran Cumhuriyet kesimi ile, Cumhuriyet’e mesafeli duran demokrasi kesimi, (bu konumları nedeniyle) kendi mekânların-daki oyun kuralları ve değer sistemiyle de uyumlu barışık olmadıkları için, kendi kalelerinden emin değiller.

Cumhuriyet’e vurgu yapanlar, demokrasiden kaçarak, anayasal kurumlar dengesini sağlayabileceklerini zannediyor; ama böylece, Cumhuriyet’in temel dayanaklarını da görmezden gelmiş oluyorlar. Öteki taraf ise, “demokrasi” adına “cumhuriyet” kalesini fethetmeye çalışırken; sahasında kendisini güvende hissetmediği için, demokratik meşruiyet zeminini pekiştirmeye de yanaşmıyor.

Birincisi, Cumhuriyet’i, daha çok devlet’le bütünleşmiş bir anayasal kurumlar bütünü olarak görüyor. İkincisi ise, demokrasiyi, belli aralıklarla sandık başına giden seçmenlerden en çok oy alan siyasal partinin, anayasal kurumlar bütününü güdümü altına alma hakkını kendinde görerek, demokrasiyi, “dilediği gibi yönetme” anlayışı olarak algılıyor. “Kurumsal çoğulculuk” öğesine uzak durduğu için, demokrasinin özsel anlayışına da yaklaşamıyor. Bunun temelinde, akılcılık ve dinsel değerler sarkacında, ikincisinin “dayanılmaz ağırlığı”n\n aşılamaması yatıyor. [Eğer böyle bir ağırlık söz konusu olmasaydı, Cumhurbaşkanlığı makamı fethedilecek bir “Cumhuriyet kalesi” olarak görülmezdi.]

Öteki taraf ise, devlet başkanını seçmenin ötesinde bir değerler sistemi olarak gördüğü Cumhuriyet’i, demokrasiden sürekli kaçma pahasına sahiplenmeye çalışıyor. Bu “tabansız” yaklaşım, bir yandan, Cumhuriyet’i belli kalıplara hapsetme sonucunu doğurduğu gibi; öte yandan, hem Cumhuriyet’i ve hem de onun temel değerleri arasında yer alan lâikliği “mücadeleci” kalıbından kurtaramıyor. [Oysa, Cumhuriyet’in temel değerlerinin pekiştirilmesi, bu değerlerden biri olan “demokrasi” kurallarının işletilmesi ile mümkündür.]. Aynı kesimin görmezden geldiği temel ilke şudur: Demokrasi çoğunluk kuralına indirgenemez, ama bunsuz da kurulamaz. Unutmamak gerekir ki, “sayısal demokra-si”den “siyasal demokrasP’ye geçiş, ancak fikrin örgütsel bağlamda işlenmesi ile mümkündür. Bu da, emeği, tabanda çalışmayı ve örgütlü mücadeleyi gerekli kılar.

Bunu, hangi toplumsal kesimler yapacak? İşte bütün sorun burada.

Kolaycı yaklaşımla, tavanda oynamakla, cumhuriyet ilerletilemez.. Cumhuriyet’i “fethedeceği” (!) varsayılan grubun demokratlaşması ile, Cumhuriyet’i sahiplenen kesimlerin demokratikleşmesi arasında şu bağlantı görmezden gelinemez: birincisinde “rasyonellik”, ikincisinde ise “örgütlenme” eksik.

Sol mu, sağ mı? Ya da, solcu mu, sağcı mı? vb. sorular karşısındaki tavır yönünden de kayda değer bir ayrışma gözlenebilir. Şöyle ki; kendini “maneviyatçı, muhafazakâr, milliyetçi, liberal,…” görenler, sağ siyasal yelpazede yer aldıkları halde, kendilerini sağcı olarak nitelemekten özenle kaçınırlar. Hatta, dinseli siyasal alan dışında tutmayı amaçlayan Anayasal hükümlerle çatışma içinde olduğunu sürekli yansıtan AKP, “Müslüman demokrat” nitelemesine karşı görünür.

Kendini “solcu” olarak niteleme, başta CHP gelmek üzere sol siyasal yelpazede yer alıp almadıkları bile tartışmalı olan bazıları için daha çekici gelmektedir. Bunlar içerisinden, sağcı bir liderin kanatları altında Cumhuriyet’i kurtarma misyonuna soyunanlar bile çıkabilmektedir.

Özetle, “demokrasi eksiği”, gerçek kimliğini saklama noktasında buluşan her iki kesim için “ortak payda” oluşturmaktadır.

Türkiye demokrasisinin çelişkisi ise; sağ sütunun kendini yenilemesine karşın, sol direğin dağılma ve ufalanma halinde olmasıdır. İki yelpazedeki bu karşıtlık, süreklilik özelliğine sahiptir.

Demokrasiyi iki sütun üzerine yeniden inşa için, işe kırık-dökük olandan başlama gerekliliği açıktır.

Bu kesim, demokrasi ve lâikliğin temeli olan akılcılığı savunduğuna göre, fikrî derinliği, kalkış için eksen almalı; böylece, örgütsel yapının çatısını ortak ilkelerde kurmalı; faaliyet mekânı olarak bütün Türkiye’yi he-deflemeli; sürekliliği ise, her üçe öğe açısından geçerli kılmalıdır. Bu mümkün mü? Bu sorunun yanıtı, ayrı bir yazıda aranacaktır.

Burada şu kadarını belirtelim ki; AKP’yi demokratlaştırmanın yolu, demokratik örgütlenme yoluyla ona siyasal seçenek oluşturmaktan geçmektedir. Cumhuriyet, ancak o durumda “fethedilmesi gereken kale” olmaktan çıkarılabilir.

Cumhuriyet’in temel değerleri ile sürekli olarak çatışanların demokratik söylemi ne derece “sahte” ise, demokratik örgütlenmeye inanmayanların Cumhuriyet koruyuculuğu da o derece “yapay” kalmaktadır. Bu nedenle, açık ya da örtülü biçimde, “Cumhuriyetten olduğu kadar demokrasiden de kaçış”, karşıt gibi görünen iki eğilimi birbirine yaklaştıran ortak özelliktir.

Yoruma kapalı.