Neden “yorumlu red”?

Neden “yorumlu red”?

Son bir yılın Türkiyesi, tarihinin en yoğun anayasal ve siyasal tartışmalarına tanık oluyor. Neler sığmadı ki, Nisan 2007-Nisan 2008 arasına. Nedeni, bir insan hakları veya demokrasi mücadelesinden çok, güç veya iktidar kavgası…

Kim kaybetti, kim kazandı? Aktörleri açısından henüz belli değil. Şimdilik şu belli: kaybeden Türkiye; insan hakları, demokrasi ve lâiklik bakımından.

Nasıl değerlendirmeli? Kim haklı, kim haksız? “Olan” nedir sorusuna, siyaset bilimi yaklaşımıyla yanıt aranmalı. Zira olan, gidilen yer için, “olması gereken”i işaret edebilir. Olması gerekeni saptamak, olanı elden geldiğince nesnel bir şekilde resmetmeye bağlı.

Uzun erimli bakış açısıyla eğer anayasal gelişme tarihimiz, “süreklilik” ve “kırılma” öğeleriyle irdelenirse, son bir yıl, onarım sürecinin törpülediği kırılmaları bile, en yoğun biçimde gün ışığına çıkardı ve bunlar, demokrasi, lâiklik, yurttaşlık ve hukuk/siyaset ilişkisi gibi kavramlar ekseninde odaklaştı.

Konuşan ve eli kalem tutanların çoğunluğu, parti tutmada tanık olduğumuz geleneksel tarafgirlik gibi, “kavram sever” oldu: demokrat veya lâik, hukuktan veya siyasetten yana sadece…

Söz konusu ayrışmacı yaklaşımdan uzaklaşabildiğimiz ölçüde, “gidilen yer” üzerine fikir sahibi olabiliriz. Şu halde, ne yapmalı? Yani, olması gereken nedir?

Öncelikle; kavramları, parti veya futbol takımı tutar gibi tek yana çekmeksizin, onların ancak birlikte anlam ifade edebileceğini daha baştan kabul etmeliyiz. Örneğin, hukuk ve siyaset: hukuku yaratan siyasettir; ama siyasal aktörlerin kendileri de -yürürlüğe koydukları- hukuka uymalı. Lâiklik, demokrasi aktörlerini, kuralları, dinsel buyruklara göre değil, egemenliğin sahibi olan yurttaşların hak ve özgürlüklerine yanıt verecek şekilde koymaya icbar eder.

Çoğunlukçu demokrasi-çoğulcu demokrasi de iç içe: demokrasi, çoğunluk kuralı ile işler. Ancak bu ilkeye göre alınan kararın değeri, çoğulculuk ilkesine saygı duyulması ölçüsünde artar.

1) Önce, sözle ve yazıyla sürekli “fikir”(!) beyan eden kişilere, kavram tarafgirliğinden uzaklaşarak, bütünsel yorum gereği hatırlatılmalı.

2) Sonra, siyasal aktörler, neyin yapılmaması gerektiğini artık anlamış olmalı: hukuki düzenlemeler için aceleci, partizan ve kişisel kaygılarla atılan adımlar yerine, bütün Türkiye’nin yani kamunun yararı doğrultusunda kural koyma ve icraat yapma ilkesi benimsenmeli. Ancak her ne olursa olsun, demokratik tartışma ve uzlaşma sürecine riayet edilmeli.

3) Nihayet, yakın gelecek için en ağır yük, yargıya, en başta da, siyaset/hukuk kavşağında görev yapan Anayasa Mahkemesi(AYM)’ne düşmekte. Gerçekten, AYM önündeki iki dava, sadece Türkiye’nin geleceği açısından değil, anayasa yargısı tarihinin de kritik eşiğini yansıtması bakımından önem taşıyor.

İlki, Anayasa’nın 10. ve 42. md.lerinde yapılan değişikliklerin anayasaya uygunluk denetimine ilişkin. Üniversitelerde başörtüsü serbestliği, md. metninde değil, gerekçesinde öngörülüyor. Ama burada sorun, denetimin sınırlarına ilişkin. Ne var ki, Anayasa değişikliği, diğer davada önemli bir yer tuttuğundan, onu yani AKP’yi kapatma davasını etkileyecek bir özelliğe de sahip.

AYM, daha çok biçimsel ölçütler kullanarak, lâiklik ve demokrasi ekseninde, çok dolaylı ve zorlama yolla, her ikisi için aykırılık kararı verebilir. Ya da ilki için red, ikincisi için kabul ya da tersi. Bununla birlikte AYM’nin elinde dördüncü bir seçenek de var: konuyu “demokratik toplum- insan hakları” bağlamında değerlendirmek suretiyle, “yorumlu red” kararını vermek.

Böylece, 1) AYM, m. 42 değişikliğinin Anayasaya aykırılığını kabul etmekle birlikte, denetim yetkisinin sınırlı oluşu nedeniyle, iptalden kaçındığı saptamasıyla yetinebilir. 2) Kapatmada ise, özellikle, Anayasa’nın “İnsan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyet” kuralına (m.14) dayanmak suretiyle konuyu anayasal, siyasal ve evrensel ilkeler bakımından irdeleyebilir.

Bunu yaparken AYM’nin, Anayasa kurallarına aykırılığı teker teker saptaması ve sonuçta bir bütün (kümülatif) olarak değerlendirmesi; AKP’nin ve diğer partilerin, “insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyet”ten ne anlamaları gerektiği üzerine bir tür siyasal ve anayasal yol haritası çizmesi, son derece önemli. AYM kararı, gerekçeleriyle birlikte bağlayıcı olduğundan, bu yöndeki tercih, “haklar toplumu”nu yaratmanın çerçevesini oluşturmaya katkıda bulunabilir. “Demokratik toplum” kavramı öğeleriyle birlikte irdelenerek, hem “çoğulculuk”, “hoşgörü” ve “saydamlık” ilkeleri açısından vazgeçilmez özelliği, hem de bunlara uyma yükümlülüğü hatırlatılmış olur.

NOT: TCK md. 301’in TBMM’ de görüşüldüğü önceki gün, bu yazıyı yazarken, İHDK davasında Türkiyeliliğin, Yargıtay CDGK’nca beraat kararı ulaştı… Darısı, 1 Mayıslara, çalışanların kolektif haklarının tesciline…

Yoruma kapalı.