“Odun”, “Cezaevi”, “Duvar”, vs.

“Odun”, “Cezaevi”, “Duvar”, vs.

Türkiye’de demokrasi deneyimi, çok önemli sorunlarla karşılaştı, ciddi geri tepmelere maruz kaldı; fakat, her ikisinden sonra varlığını sürdürdü. Bu sorunlara ve karşı dalgalara rağmen, (belki de onlar sayesinde) Türkiye demokrasisi, kendisiyle karşılaştırılabilir deneyime ve geleneklere sahip ülkeler arasında başarısını taçlandırmak-tan uzakta kalmıştır. Oysa, Türkiye]demokrasisi, diğer ülkeler için de model oluşturabilirdi. Türkiye tarihi, sapma ve kopmalarla doludur; bu ise, büyük gerilimler ortamında ve demokratik deneyimin sınırlı olduğu bir yerde olağandır. Kayda değer ve ayırdedici öğe şudur ki, her seferinde raydan çıkıştan sonra, yine rayına konulmuştur. Böylece Türkiye halkı, özgürlük ve demokrasiye doğru seyahatini sürdürebilmiştir.” (ı)

Söz konusu dalgalarla yarım yüzyılı geride bıraktıktan sonra, AKP, Kasım 2002’de, demokratik yönetimlere pek de nasip olmayan bir çoğunlukla Parlâmento’ya, demokratik oyun kuralları sürecinde girdi. İki özgül durum göz ardı edilmemek kaydıyla: ilki, daha önce elli yıl (1950-1999) boyunca yapılan 13 seçimde görülmeyen büyük açıdır. Seçmen topluluğundan alınan oy ile, Meclis’te elde edilen sandalye sayısı arasında bu denli geniş açıya, ilk kez tanık olunmaktadır. İkincisi ise, bu sayıya dayanılarak, Anayasa değişikliği sonucu, Parti Başkanı’na TBMM’ye giden yol açılmış; ancak bunun uygulamaya konuşu, 81 il içerisinden sadece Siirt’te “talih kuşu”(!)nun uçması sonucu mümkün olabilmiştir (Adı üstünde, kutsanmış kuşun perdeli ayakları, Siirt’te “seçimlerin yenilenmesi”ne ilişkin hukuksal sürecin tam olarak aydınlanmasını gölgelemiştir).

Hatta, Meclis’te elde edilen bu nitelikli çoğunluk (23), AKP’ye oy vermemiş olan seçmen topluluğu (en azından bir kısmı) için bile, siyasal istikrar açısından rahatlama vesilesi oluşturmuştu; önceki koalisyon hükümeti döneminde yaşanan siyasal istikrarsızlığın olumsuz sonuçları, belleklerde canlılığını sürdürdüğü bir dönemde.

Demokratik, meşru ya da dolambaçlı, sonuca ulaşmada izlenen yollar ne olursa olsun, bazı gazetecilerin dillendirmekten hoşlandıkları “yönetebilir demokrasi” olanağı ortaya çıkmıştı artık. Yüksek çoğunluğa sahip tek partinin güvenine dayanan hükümet, daha baştan siyasal istikrarın sembolü idi.

Bu açıdan, son yedi yıl Türkiye’si (Mayıs 1999-Mayıs 2006), birbirinin karşıtı iki siyasal görünüme sahip. Ne var ki, uygulama yönünden her ikisi arasında benzerlikler de var.

B. Ecevit Başbakanlığındaki 57. Hükümet, parçalı oluşumuna karşın, “niteliksel” yönü ağır basan Anayasal ve yasal reformları gerçekleştirdi. Üçüncü yılını doldurunca, dağılma eşiğine geldi… AKP Hükümeti, “niceliksel” yönü öne çıksa da, AB sürecindeki reform hareketini sürdürdü. Hükümet’in kendisi, bunu “sessiz devrim” şeklinde dillendirdi; ancak, üçüncü yılından itibaren, toplumda şiddetin yaygınlaşmasından TMK’daki değişikliklere kadar, “sesli karşı devrim” yaşanmaya başladı.

Siyasal istikrarsızlık, 57. Hükümet’in üç partili yapısından çok, Hükümet-Cumhur-başkanı arasındaki gerilimden, ya da ekonominin kötü yönetiminden kaynaklandı.

AKP rahattı; çünkü, iktisadî politika IMF güdümünde belli bir “istikrar”a kavuşmuştu. Cumhurbaşkanı ile ilişkilerde gerginlik sürekli bir hale gelmiş olsa da, vekâlet usulüyle yönetim yaygınlaşmış; yasaların “virgülüne bile dokunmamızın” iadesi, alışılagelen bir uygulama haline gelmişti. Hükümet istikrarına rağmen, siyasal istikrarın sağlanamamasının doğrudan nedeni, diğer kurumlarla ilişkiler değildi; kendi aralarındaki çekişmelerin payı bulunsa da, gerilim, sorumlu mevkilerdeki partililerin kurulu Anayasal ve siyasal “rejimle didişmelerinden kaynaklanıyordu.

Egemenlik ve laiklik ekseninde, ikisi yeni, biri “odun gibi” olduğu için cansız doğan üç örnek cümle, özgürlük ve demokrasiyle kavganın boyutlarını sergilemeye yeterli.

Meclis Başkanı B. Arınç, tam bir yıl önce, “Bugün AB ülkelerinin hiçbirisinde bizdeki Anayasa Mahkemesi’ne benzer bir kurum yok … Anayasa Mahkemesi’nin şu veya bu isimle hiçbir şekilde olmadığı ülkelerin hepsi de demokratik” (Hürriyet, 01.05.2005) şeklindeki sözlerinin arkasından, “Üslubu sert olmuş, sözü odun gibi olmuş bir adam olabilirim. Ama buna mecburum. Bazıları ancak böyle anlıyor” (Radikal, 06.05.2005) diyordu. Acaba, “odun”lu yorumun anlamı neydi? Belli ki, egemenliği -başta AYM olmak üzere- diğer Anayasal organlarla paylaşmaktan duyduğu rahatsızlığı, bilgi çarpıtması yoluyla dillendirmeyi yeğlemişti; nitelemeyi de kendisi yapmıştı.

TBMM Başkanı’nın, egemenliğin millet adına, ama büyük ölçüde uluslararası gözetim ve Hükûümet güdümünde kullanıldığının farkında olmaması düşünülemezdi. Bununla birlikte, 19. yüzyıl egemenlik anlayışını yansıtmaktan rahatsızlık duymuyordu. Belki de, yönetimindeki Meclis’in payına bırakılan alanda yetki kullanamamanın acısı, daha hafif olanları bastırıyordu.

“Odun”un ardından, birçok “yaş-kuru” demeçlerden sonra, bu kez Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, “cezaevi” söylemi için bulunmaz bir fırsat oluşturdu. “Sosyal hayatı cezaevine çevirecek anlayış”, bir anda Türkiye’nin konumunu çağrıştırıyor: Doğu ve Güney tarafı, yarı açık-yarı kapalı gibi; Batı tarafı, “vize”li; her tarafı ise, “harç” adı altında, yurt dışına çıkışta Anayasa’ya aykırı olarak tahsil edildiğinden, “haraç”lı. Bu açıdan ülke, yarı açık bir cezaevine benzetilebileceğine göre, “sosyal hayat için cezaevi” betimlemesinin bütün toplum için yapıldığı izlenimi doğmuyor değil.

Fakat anlaşılan o ki, bu söz, din özgürlüğü ve laiklik için söylenmiş. Meclis Başkanı, oldum olası laikliğe ilişkin Anayasal ilkelerden rahatsız. Partidaşı ve Başbakan Yardımcısı A. Şener bile, Arınç’ın lâiklik tanımına ilişkin sözlerini nakzettiğine göre, yoruma değmez. Din özgürlüğü de önemli: örneğin, ülkemizde din özgürlüğünden ancak, oruç tutmakla tutmamanın eşit serbestlikten yararlanması durumunda söz edilebilecektir.

Başbakan Erdoğan’ın, “Egemenlik kayıtsız şartsız duvarda değil, Millet’e ait olacak” sözü ise, bir Anayasa Hukukçusuna, ilk anda % ıo’luk barajdan duyulan rahatsızlığı çağrıştırıyor. Gerçekten, oy verenlerin % 45’inin iradesinin yok sayılması nedeniyle, çoğulcu toplumsal yapı ve farklı görüşler Meclis’e yansımadığından, “siyasal” değil, sadece “sayısal” demokrasiden söz edilebilir. Çünkü, egemenliğin sahibi Millet değil, oy kullananların sadece 13’ünü temsil eden Parlamento çoğunluğu. Ne var ki, bu sözlerin sahibinin, devamla, “Millet, önüne çekilen setleri aşarak, o engin sulara kendi yatağında akarak ulaşacak” (Radikal, 26.04.2006) şeklindeki cümlesi, bizim bilgi dağarcığımıza oranla fazla “engin” olduğu için, % ıo’luk baraja ilişkin yorumumuzun “sığ” kaldığını anlıyoruz.

Lewis’in dediği gibi, “Türk halkı, özgürlük ve demokrasiye doğru seyahati”ne halen devam ediyor mu? Demokrasi ayağı belli: odun-lu, cezaevli, duvarlı… Buna karşılık, “engin sulara kendi yatağında akarak ulaşmak”, bir özgürlük söylemi midir acaba? Bunu yorumlama yetisine sahip değiliz; ancak, sözü sarfeden Başbakan’ın kendisinden bunu açıklamasını istemek, hem de ısrarla, sadece hakkımız değil, aynı zamanda yurttaşlık görevimizdir.

Bu satırlar, B. Lewis’in “Türkiye’de Demokrasi” başlıklı yazısının son paragrafını oluşturuyor (Bkz. Lewis, B, “La democratie en Turquie”, in Vie et mort des democraties, Leçons de l’histoire et de la politique mondiale, Sous la direction de Theodore K. Rabb, Ezra N. Suleiman, Dalloz, 2005, pp. 249-271).

Yoruma kapalı.