“ Öncelik: Anayasa mı, "3 S" mi? ”

- Devamı için tıklayınız -

1982 metnini yazanların iradesi, bir konuda çok açık: devlet ile bireyi baş başa bırakmak; daha doğrusu, birbirinden ayırmak. Hakların öznesi ve siyasal aktör olarak insan, yalnızdır. 1982 özgürlükleri daha çok bireysel alanla sınırlı tuttuğundan, toplu haklar alanını iyice daralttı (dernek, sendika, siyasal parti, toplantı, gösteri vs.); hatta, “dayanışma yasakları” diyebileceğimiz özgün (!) düzenlemeler öngördü. Öte yandan, yurttaş olarak insan, elden geldiğince kamusal ve siyasal yaşamdan uzak tutuldu. (Yasama döneminin 4 yıldan 5 yıla çıkarılması, seçmen yaşının 21 olarak öngörülmesi, vb).

Yurttaşın birey ve insan olarak yalnızlaştırıl-ması (atomize edilmesi), yöneticilerin gruplaşma ve örgütlerden, daha doğrusu toplumdan korkusu temeline dayanır. Böyle bir yaklaşımın iki sonucu: “çoğulcu demokratik toplum”un oluşamaması; sivil ve siyasal toplum arasında yapay bir fay hattının yaratılması.

İşte 1987 Anayasa değişikliğinin kısmen de olsa siyasal yasakları, 1995’te yapılanın ise toplu özgürlüklere ilişkin yasakları ürkek de olsa aralamakla işe koyulması, bir rastlantı olmasa gerek. Bu ikili halka, 2001’de genişleyecek; toplu özgürlükler alanında güvence yönünde adımlar atılırken, hak ve özgürlüklerin genel rejimi de iyileştirilecektir.

Dernekler, sendikalar, siyasal partiler ve seçimlere ilişkin maddeler, tekrar elden geçirildi. Fakat yenilikler, uygulamaya yeterince yansımadı. Neden? Bilindiği gibi, Anayasal hükümleri uygulama aracı yasalardır; yani, Anayasa’yı yasama organı uygular, yürütme de yasaları. Bu çerçevede TBMM’ye düşen, ilgili yasayı yeni Anayasal düzenlemeye uyumlu kılmak ya da yeni bir yasa çıkarmak. Hatta Anayasa’da bu yönde açık bir emir yer almasa da, yeni ve mevcut hükmü uygulanabilir kılmak için, yasayıcı yasa çıkarır; adı üstünde, varlık nedeni bu.

Acaba bu gereklilikler, 20 yıllık Anayasal değişiklikler haritasında ne ölçüde yerine getirildi? 1995 Anayasa değişikliği, tipik bir dönüm noktası: “yeni bir Anayasa” vaadini de içeren söylemler, 1991 yasama seçimlerini damgala-mıştı. Hatta siyasal partiler, seçim kampanyalarını 1982 ile hesaplaşma üzerine kurmuştu. Yeni TBMM ise, bu heyecana karşın, Anayasa değişikliğini ancak yasama dönemi biterken ger-çekleştirebildi (1995). Değişikliğin uygulamaya yansıması ise, çoğu zaman ilgili yasaların çıkarılmasına bırakıldı. Örneğin, “Yurtdışında bulunan Türk vatandaşlarının oy hakkını kullanabilmeleri amacıyla, kanun uygulanabilir tedbirleri belirler.” (m. 67/2). Fakat TBMM, kendisine verdiği görevi dahi yapamadan seçimlere gitti.

Koalisyon hükümetlerinin (Ana-Yol, Refah-Yol) damgasını vurduğu 20. dönem Meclisi, uyum yasaları çıkarmak bir yana, hükümeti düzenli çalışmaktan dahi uzak kaldı.

1999’da seçilen 21. dönem Parlamentosu, gerçekleştirdiği 2001 değişikliklerini uygulamaya yönelik “uyum yasaları” çıkardı. 22. dönemde AKP, bunları belli bir aşamaya getirdi (örneğin, Dernekler Kanunu’nun yenilenmesi).

Fakat geçen dönem TBMM’sinin iradesi, yenilenen Anayasa m. 13 (sınırlandırma ve güvence) ve 14’ün (kötüye kullanım yasağı) yasalara yansıtılmasında eksik kaldı (özellikle yurt-taş-siyaset ilişkisini düzenleyen sendikalar, seçimler ve siyasal partiler alanı). Örneğin, sendikal haklarda uyumsuz kurallar, uyum sağlanan kurallardan daha çok: İşçi sendikalarına üyeliğin ve üyelikten çekilme bildiriminin noterce tasdik koşuluna bağlı tutulmasından, toplu iş sözleşmesi-toplu iş görüşmesi ayrımına kadar. Yasa koyucu gerekli düzenlemeyi yapmadığı için, kamu görevlileri kullandıkları toplu sözleşme haklarını Avrupa kapılarında tescil ettirirken, İHAM “yasa koyucunun neden olduğu kanundaki boşluğun… bir toplu iş sözleşmesinin iptali için başlı başına kabul edilemez” olduğunu saptadı [Demir ve Baykara-Türkiye, 21.11.).

Seçimlerin Temel Hükümleri Hakkında Kanun (1961) ve Milletvekili Seçimi Kanunu (1983) ise, birkaç ufak teknik rötuş dışında Anayasal değişikliklerden hiç etkilenmedi. Siyasal Partiler Kanunu (1983) açısından da, benzer saptama yapılabilir. Hatta tam tersine, 1995’te Anayasa md. 67/2’ye “temsilde adalet ve yönetimde istikrar” kaydı düşülerek, MSK’daki yüzde ıo’luk genel baraja Anayasal meşruiyet kazandırılmaya çalışıldı. Bu formül (“yasaya uygun Anayasa” anlayışı) bile, yüzde ıo’luk barajı Anayasa’ya uygun kılmaya yetmedi.

Öncelik, başta “3 S” olmak üzere, toplumu bloke eden 12 Eylül dönemi yasalarının elden geçirilmesi mi, yoksa yaşanan deneyimlerin kanıtladığı gibi, bunları maskeleyen bir Anayasa girişimi mi? “Sivil”in önündeki engelin kaldırılması, “sivil bir Anayasa” yapımının ön koşulu olduğuna göre, hakların günlük yaşama geçebildiği “demokratik bir toplum”u yaratmada, taban çatıdan daha belirleyici değil mi? Hemen ve şimdi “haklar toplumu” diyorsak, neden taşları yerleştirmeye başlamıyoruz? Tabii ki amaç, “dostlar alışverişte görsün” değilse…

Yoruma kapalı.