“ Rastlayamadım, 'saklı' çünkü ”

- Devamı için tıklayınız -

Özellikle, Avrupa Kamu Düzeni (8 Kasım) ve Anayasa kimi bağlar? (7 Aralık) başlıklı yazılarımda belirttiğim gibi, Anayasa maddeleri, şu ikili özelliğe sahip: bireylerin hak ve özgürlükleri resmi kişilerin görevve sorumlulukları. Buradaki ikilem şu: resmi makamlar, insan haklarına saygı gösterme, ihlal etmeme ve onları koruma yükümlülüğünde. Buna karşılık, hak ve özgürlüklerin birincil tehdit kaynağı da kendileri. Bu nedenle, birçok Anayasa hükmü, bu sorumluluğu düzenler.

Örneğin, kişi özgürlüğü ve güvenliği ihlal edildiği zaman, ilgilinin uğradığı zarar, tazminat hukukunun genel ilkelerine göre devletçe ödenir (m.19). Daha genel olarak, resmi görevlilerin kusuru nedeniyle, “kendilerine rücu edilmek kaydıyla” dava, idare aleyhine açılır (m.1295). Yine, “temel hak ve hürriyetlerin korunması”na ilişkin 40.md.ye göre, resmi görevlilerin haksız işlemleri sonucu kişilerin uğradığı zararı devlet öder. “Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır”.

Her üç maddenin ortak paydası, devletten kaynaklanan hak ihlali ya da hizmet kusuru sonucu ikili sorumluluk: doğrudan ve dolaylı. Anayasa’ya göre, zarara neden olanın sorumluluğu dolaylı; ama aslında ödemeyi yapan, vergi yükümlüsü olarak halktır. Devletin yaptığı ise, halktan topladığı paraları, “hazine aracılığıyla”, kısmen de olsa, hakkı çiğnenen yurttaşlara aktarmak. Bu arada, hak ve özgürlüğü ihlal eden görevli, sıyrılmış olmakta.

Neden ve nasıl? Bilindiği gibi ülkemizde cezai sorumluluk çok geç ve güç işler; milletvekilinden polis memuruna uzanan “görevliler” zincirinde, hukuki ve fiili dokunulmazlıklar yüzünden, çoğu zaman hiç işlemez. Burada ise, sadece hukuki sorumluluk üzerinde duruluyor; yani uğranılan maddi ve manevi zararları kimin karşılayacağı. Bunu bile işletmek çok zor ya da olanaksız.

Örneğin, 4o.md., resmi görevliler tarafından “Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkes’M koruyucu bir düzenleme. “Resmi görevliler” konusunda sınırlama yok: yasama, yürütme ve yargı olmak üzere devletin merkezi organlarına bağlı görevliler kadar, yerel yönetim veya üniversite görevlileri de bu kapsamda. Ne var ki, 40. md. uygulamasına rastlamak olanaksız. Çünkü, ilgili görevliye dönme hakkını devlet, maddedeki anlamında değil, gerçek anlamında uyguluyor. Nasıl? Mağdur kişiye ödemeyi yapan devlet, zarara neden olanın alacaklısı konumuna geçiyor: “görevliye rücu hakkı saklıdır”ın anlamı bu. Ancak bu sözcük, çeyrek yüzyıldır hukuki anlamında değil, “gizleme”, yani gerçek anlamında uygulanmış oluyor.

Oysa, ülkenin her tarafında, her toplum kesiminde birçok hak ve özgürlük, her gün çiğnenmekte. İhlal, kamu görevlilerinin doğrudan işlem ve eylemleriyle sınırlı kalmamakta; yatay ilişkilerde ortaya çıkan ihlalleri giderici önlem almamak da sorumluluk yaratmakta. Fakat biz henüz doğrudan ihlal halkasını onara-bilmiş değiliz.

Genel yaklaşım, ihlali üstlenmeme ve sorunun çözümünü başka kişiye yönlendirme şeklinde. Örneğin, “git mahkemeye” demek, bir yönetici için sorunu çözmekten daha kolay; hakkı dile getirmekle görevli yargıç, “Yargıtay halletsin” diyebiliyor. Oradan, belki de Avrupa yolu. Halkalar zincirinde ihlal sürekli, ancak sorumlu yok. Yıllar sonra ve istisnai olarak devlet bir ödeme yapıyor; ama hak yerini bulmuyor. Haksız işlem sonucu üniversiteden uzaklaştırılan öğrenciye, yazısı nedeniyle sanık sandalyesine oturtulan kişiye, adil yargılanma hakkından yararlanamayan yurttaşa yapılacak ödeme, uğranılan zararın yaralarını ne ölçüde sarabilir?

Bu nedenle, doğrudan sorumluya yönelmek önemli: hak ihlalinde bulunan kişinin neden olduğu zararı, vergi yükümlüsüne ödetmemek için; ama aynı zamanda ve daha önemlisi, ilgili görevliyi, -sonunda ödeme yapmak zorunda kalacağı korkusuyla- hak ve özgürlüklere saygılı hareket etmeye, yani çiğnememeye veya ihlalleri gidermeye yöneltmektir.

Bu nedenle, başkalarının hak ihlalleri karşısında seyirci kalan yurttaşlar, aslında yükümlüsü olarak ödedikleri vergileri karşısında sahip oldukları haklarından vazgeçmiş oluyorlar. Oysa, devlet içerisindeki ihlal halkalarını “muhafaza azmi”, ancak toplum katmanlarındaki “dayanışma bilinci” ile kırılabilir. Cezaevlerindeki tecrite karşı duyarlılıkla yola koyulmaya ne dersiniz?

Yoruma kapalı.