‘Türkiye nereye?’

‘Türkiye nereye?’

Belki de her gün sorduğumuz, hatta rüyalarımıza giren bu soru, Mülkiye Foru-mu’nda SBF’de tartışıldı geçen hafta. Sabahki oturuma, iç ve dış siyaset ilişkileri damgasını vurdu: siyasî hayatımızdaki gelişme ve beklentiler (T. Erdem), Cumhurbaşkanlığı seçiminde Anayasa ve demokrasi (İ. Kaboğlu), ulusal güvenlik miyopisi (A. E. Çelik), dış politikada gelişmeler (M. Soysal), uluslararası politikada Türkiye (M. Aydın).

Konuşmalar, Türkiye çevresinin en sorunlu bölgesi olan Ortadoğu coğrafyası (özellikle Kuzey Irak) üzerinde odaklaştı. Ne ki, Ortadoğu’daki son durum ve Irak’ta yaşanan vahşette Türkiye’nin etkisi göreceli. Bu sorunlar karşısında, ABD-Türkiye ilişkisinde “ortak akıl” (!) eksiğini sorgulamak bile yersiz. Kendi topraklarını saldırgan ülkeye açmak ve bölgeye asker göndermek için çaba göstermiş olan bir Hükümet, saldırgan yönetimle nasıl bir ortak akıl oluşturabilir? Bunun için iki öğe gerekli: eşitlik ve akıl. Kendini üstün gören rasyonel davransaydı, Irak’taki vahşet olmazdı. Bize gelince; ı Mart tezkeresi TBMM’ce kabul edilmiş olsaydı da, Türkiye ABD ile eşit konumda olmayacaktı. Hatta durum bugünkünden bile kötü olabilirdi…

Açık olan şu: Türkiye’nin bir yerlere yalnız başına değil, ABD’nin güdümünde gitmesi -daha doğrusu, sürüklenmesi- söz konusu olduğundan, kendi iradesi belirleyici değil.

Türkiye’nin mutfağına bakmak da önemli. Daha çok iç dinamikler, ülkeyi baskı altına alan sorunlar karşısında bizi çaresizlikten uzaklaştırabilir, dengeleyici ve akılcıl çözümlere yönlendirebilir. Gerçekten, (Musul, Kerkük ve Oniki Adalar gibi) “içimizde kalan ukdelerim hayalini kurmak yerine, sınırlarımız içinde kalan siyasal örgütlenmeye çekidüzen vermek, daha rasyonel. Aynı şekilde, siyasal-anayasal yenilenme gereksinimi (T. Erdem) ile “ulusal anayasa” vurgusu (M. Soysal) arasındaki açıyı da kapatmak gerek.

Prof. M. Soysal’a göre, hukuk dalları içerisinde en ulusal olanı, Anayasa Hukuku (AH) idi; hatta, genel kuram-Türk Anayasa Hukuku ayırımı YÖK tarafından getirilmişti. Bu ayırım, AH’nin ulusal özelliğine pek uygun düşmüyordu…

Hemen belirtelim ki, “içimizde ukdelerin kaldığı” varsayılan dönem anayasaları bile, tümüyle ulusal özellikte değildi. Kaldı ki, öteki hukuk dalları karşısında üstün ve aşkın olan AH, uluslararası hukuk-ulusal hukuk ilişkisini kuran başlıca disiplin. Öte yandan, AH’nin uluslararasılaşması ile, uluslararası AH’nin ulusallaşmasının bağrında insan hakları (İH) alanındaki türdeşlik yatmıyor mu? İktidar örgütlenmesi, belki ikincil bir yere sahiptir; ancak, erkler ayrılığının da asgarî gerekleri var ve Ordu, yürütmeye bağımlı bir organ. Yürütmenin kendisinde bile, erkten çok, görev baskın.

“Ulusal anayasa” kavramını Millî Güvenlik Kurulu’nun (MGK) konumunu meşru kılma arayışına dayanak yapmak, bizi TCK 301 benzeri bir sendroma götürebilir. MGK’yi, Anayasaların yapımında askerlerin oynadığı rolü kabullenmekle açıklamak da mümkün değil. Bu bakış açısı, “dinamik anayasa” yazarının geçirdiği dönüşüm ile de teyid edilemez; çünkü, AH’de genel kuram-Türk Anayasa Hukuku ayırımı YÖK’ten önce de vardı, bugünkü eğilim ise daha çok uluslararasılaşma yönünde.

MGK’nin anayasal bir kurum olması, ayrı bir konu. 2001 Anayasa değişikliğinde MGK’nin danışma görevi, “ulusal savunma”ya indirgenebilirdi. Demokraside yeri olmayan bu birim, böylece rejimin normalleşmesi yönünde bir tür “demokratik supap” işlevi üstlenebilirdi: sivillerin ve askerlerin ülkenin çok önemli sorunları üzerine aynı masa etrafında diyalogunu sağlamak. Oysa tam tersine, MGK üyeleri arasında gerek toplantı sırasında ve gerekse toplantı dışında sürekli atışma, gerilim, hatta siyasal ve ekonomik kriz vesilesi oldu; toplantıların gizliliği bile sağlanamadı…

Oysa, nasıl ki ulusallığın aşılması ölçüsünde “anayasal yurtseverlikken söz edilebilirse, iktidarın da yürütme odaklı değil, üçlü erk ekseninde tartışılması, demokrasi için vazgeçilmez. “Türkiye nereye gidiyor?” derken, bambaşka yönler çizilmişti; ama “hukuk devleti” yoktu.

Bir anda, Esenboğa-Ankara yolunda yerle bir edilen gecekondular arasında dimdik duran devasa camiler geçiyor belleklerden. Semt sakinleri, camilerde dua ederek öte dünyalarını ne denli güvencelediler, bilinmez; ama, görünen, camilerin gecekondulara fatiha okuduğu.

Hukuk devletine giden yol, gecekonduları “yıkmak” yerine, hukuku -hiçbir kişi, kurum ve değere muafiyet tanımaksızın- uygulayabilecek bir devleti “inşa etmek”ten geçmiyor mu?

Yoruma kapalı.