TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI

TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI

Türkiye’de insan Hakları sorunu, öncelikle dünyada geçerli olan insan Hakları sistemi ve mekanizmaları ışığında düşünülmelidir (I). İkinci olarak, Türkiye hukuk sisteminin, insan Hakları yönüyle ne tür yapısal ve dinamik bir özelliği yansıttığını belirtmekte yarar var (II). Konuya kurumsal açıdan da yaklaşmak gerekir (III). Fakat aynı zamanda, söz konusu kurumların işleyişine ilişkin politikaları da gözden uzak tutmamak gerekir (IV). Nihayet, insan haklarını, sivil toplum örgütleri ve hükûmetdışı kuruluşlar bağlamında da değerlendirmek gerekir. Bunları insan Hakları bakışıyla ortaya koyarken, resmî kurumlar ve sivil toplum örgütleri arasında ortaya çıkan karma yapılı birimlere de değinmek yerinde olur (V),

I – Uluslararası İnsan Hakları Sistemi (Üçlü Ters Orantı)

İnsan haklarının evrimci özelliği ışığında ortaya çıkan haklar demeti ile, uluslararası düzenlemeler arasında doğrudan bir İlişki gözlenmektedir. Bilindiği gibi, uluslararası düzenlemelerin öncülüğünü BM örgütü yapmaktadır. Bu Çerçevede insan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB), birinci ve ikinci kuşak haklar arasında sentez ve uzlaşma metni Özelliğini taşımaktadır. BM nezdinde 1970’li yıllara kadar başta ikiz paktlar olmak üzere hazırlanan belgeler, ikinci kuşak hakların da ayrı belgelerde düzenlenmesini sağlamıştır. 70’li yıllardan başlayarak, üçüncü kuşak Hakları tanıyan belgeler hazırlanmış bulunuyor. BM çalışmalarına paralel olarak Avrupa’da, Amerika’da ve Afrika’da hazırlanan insan hakları belgeleri ile anılan hak kuşaklan arasında doğrudan bir ilişki kurulabilir.

Söz konusu yelpazeye ve farklılaşmalara girmeksizin, her iki düzlemde yer alan belgeler üçlü bir ayrıma tabi tutulabilir.

1) Hak ve özgürlükleri sadece tanıyan belgeler,

2) Tanıdığı haklar yanında, denetim mekanizması öngören belgeler,

3) Haklar ve denetim mekanizması ile yetinmeksizin, yaptırım sistemi de kuran metinler.

Bu belgeler sırasıyla, birinci, ikinci ve üçüncü düzey koruma mekanizmalarına denk düşmektedir. Bu açıdan Dünya genelinde en çok kabul gören belgeler, birinci düzeyde yer alan metinlerdir, bildirgeler örneğinde olduğu gibi. Devletler, denetim mekanizmalarına tabi olmamak için ikinci düzeyde yer alan belgeleri imzalama ve onaylamaktan kaçınmakta veya bu konuda elden geldiğince gecikmektedirler. Üçüncü düzey koruma mekanizması ise, sadece kıtalar ölçeğinde geçerli; iki kıtada (Amerika ve Afrika) kısmen, Avrupa’da ise tümüyle etkili. Kaldı ki. bunun gerçekleşmesi de, 1950’lerden başlayarak gerek denetim sistemi, gerek haklar, gerekse coğrafî mekân olarak zaman içinde aşamalı bir şekilde gerçekleşmiştir. Coğrafî mekâna ilişkin bu daralmaya paralel olarak, haklar yelpazesinde de bir daralma görülmektedir. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi sisteminde, ilke olarak birinci kuşak hakların güvencelenmiş olması, örnek olarak belirtilebilir.

Söylenenleri toparlamak gerekirse: koruma mekanizması güçlendikçe,

a) coğrafî mekânda daralma,

b) güvence altına alman haklar demetinde azalma,

c) zamana ilişkin olarak da, aşamalı ve gecikmeli yürürlüğe koyma zaafı beraberinde gelmektedir.

İşte haklar demeti ile koruma düzeyi, mekân ve zaman açısından birlikte gözönüne alındığında, insan Hakları uluslararası koruma sisteminde tanık olduğumuz üçlü ters orantı ortaya konmuş olur.

Türkiye’nin durumuna gelince: Türkiye coğrafî olarak özgül bir konumda yer alır. Asya’da, Ortadoğu’da ve Avrupa’da. BM önünde mesela İHEB konusunda öncü rolüyle övünür, buna karşılık denetim sistemleri öngören ikiz paktlan, 30 yıl gecikmeyle ancak 2003 yılında onayladı: bunlar, Kişi Özgürlükleri ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesidir. Türkiye’nin, İnsan Hakları Avrupa sistemine yargısal yönden dâhil olması da, 1990’lı yıllarda gerçekleşmiştir. Buna karşılık, Avrupa Konseyi bünyesinde hazırlanan bazı belgelere halen yabancıdır – azınlıklar Örneğinde olduğu gibi. Öte yandan, Aarhus Sözleşmesi gibi önemli bir çevre

sözleşmesini – Çevre Alanında Bilgiye Erişim, Karar Alma Sürecine Katılım ve adalete Erişime Dair Sözleşmeyi – gündemine almamaktadır.

Türkiye’nin ikinci bir özelliği, onayladığı insan Hakları belgelerine, elden geldiğince fazla sayıda çekince koymasıdır.

Üçüncü bir özelliği ise, seçmeli ek protokolleri zaman zaman geciktirebildiği kadar geciktirmesidir ikiz paktlarda olduğu gibi.

Bu nedenlerle, uluslararası koruma sistemi karşısında elverişli bir konumda yer alan Türkiye, gerek BM Ölçeğinde, gerekse bölgesel ölçekte yürürlüğe konan belgeleri onay oram açısından ortalamanın üstünde olsa da, yukarıda değinilen ters orantının yarattığı kırılmaların da bağrında yer alıyor.

II – Türkiye’nin Anayasal Düzeninde İnsan Hakları

Bu genel saptamalar ışığında, Türkiye’de son iki onyıl boyunca insan hakları alanında atılan adımlara da değinmek gerekir. Bunlar sırasıyla “anayasal güvencelerin pekiştirilmesi” ile “Avrupa standartları” na uyum çalışmaları ve “uluslararasılaşma süreci” şeklinde belirtilebilir.

Bu açılım, insan haklarında birbirini tamamlayan aşamalı üç düzey şeklinde de adlandırılabilir. Önce, bu aşamalı açılımın, anayasal – siyasal gelişmelerin hangi döneminde ortaya çıktığını hatırlatalım.

Türkiye’de hukuk devleti, Cumhuriyet döneminde ilk büyük kırılmanın (1960) ürünü olan Anayasa (1961) ile yapılanmaya kavuştu. İkinci radikal ve daha uzun süreli kırılmanın (1980) ürünü “olan 1982 Anayasası, hukuk devletinde köklü sapma anlamına gelir. 1987’de anayasa değişikliği ve Avrupa’ya açılım yoluyla başlayan süreç ise, hukuk devletinde onarım dönemi olarak adlandırılabilir1. Söz konusu anayasalaşma, Avrupa’ya uyum ve uluslararasılaşma şeklindeki aşamalı süreç, hukuk devletinin onarım dönemiyle örtüşen adımlardan başkası değildir2.

J) Anayasal güvencelerin pekiştirilmesi: Aslında hak ve özgürlükler, ilk anayasa olarak adlandırılan 23 Aralık 1876 tarihli Kanun – ı Esasi’den bu yana anayasalarda düzenlenmiştir. Ne var ki, 1982 Anayasası, biçimsel olarak hak ve özgürlükler listesini öngörmekle birlikte, güvence rejiminden ciddî bir sapmayı beraberinde getirdiği için; esasen sonradan yapılan değişiklikler, hak ve özgürlüklerin anayasalaşması şeklinde de nitelenebilir. 1987’de başlayan ve günümüze kadar süren anayasa değişikliklerinin ikinci büyük halkası, 1995 ve 2001 revizyonlarıdır. 1995’te daha çok kolektif (toplu) özgürlüklere ilişkin

yasaklar azaltılmıştır. 2001’de ise, özellikle 13. maddenin yeniden yazılmasıyia genel sınırlama kuralı, genel güvence normuna dönüştürülmüştür. Buna, hak ve özgürlüklerin kötüye kullanımını yasaklayan 14. maddenin yeniden yazılması da eklenmelidir.

2) İnsan Hakları Avrupa Yargısına uyum: Türkiye her ne kadar İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ni 18.5.1954’te onaylamış olsa da, İnsan Hakları Avrupa Komisyonu’na bireysel başvuru hakkını 1987’de3, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin yargı yetkisini ise 1990 başında tanıdı. Bu açıdan 1987 ve 1990’dan bu yana Türkiye’nin insan Hakları Avrupa güvence sistemi ile olan ilişkisi ve bu alanda tanık olunan evrim, insan haklarında Avrupalılaşma olarak da adlandırılabilir4. Bu, aynı zamanda ulusal insan Hakları hukukunun Avrupa ölçeğinde yargısallaşma sürecini ifade eder.

3) Uluslararasılaşma sürecinin anlamı: insan haklarının uluslararasılaşması olgusu ise, özellikle 2004’te Anayasa md. 90’a eklenen son cümle ile ivme kazandı. Böylelikle, uygulayıcı mercilere, iç hukukun temel işlem türü olan yasalar ile insan haklarına ilişkin ulusalüstü belgeler arasındaki çatışma halinde, ilkini uygulama yönünde bir görev ve sorumluluk yüklenmiştir. Bu, izin (yetki) verici değil, emredici bir anayasa normu olup, evrensel insan hakları ilkelerini içselleştirme yolunda bir yönlendirmedir5.

Birbirini pekiştiren bu üçlü açılım, eksiklerine rağmen, anayasal hareketlerin, hukuk devletinin onarımı şeklinde adlandırılan son döneminde sağlanmış olup, insan Hakları yönünden kayda değer. Bununla birlikte şu sorulabilir: İnsan hakları alanında hukuk düzleminde kaydedilen ilerlemeler, topluma ne Ölçüde yansıdı? Bundan sonra ele alınacak başlıklar, bu soruya yanıt arayışı şeklinde de anlaşılabilir.

III – Kurumsal Açıdan İnsan Hakları

Türkiye, önceki başlıkta belirtildiği Üzere, insan hakları alanında normatif düzlemde önemli açılımlar ve ilerlemeler kaydetti. Bunlar büyük ölçüde Avrupa ve uluslararası standartlarla örtüşen açılımlardır. Fakat Türkiye, kurumsal anlamda ya statükoyu sürdürmeyi yeğledi ya da yeni kurumsal açılımları anayasal düzlemde gerçekleştiremedi. Mevcut durumu korudu, zira 1982’nin biçimsel anlamda erkler ayrılığı kapsamında oluşturduğu anayasal yapı, reform paketlerinin dışında kaldı. Bunun en önemli göstergesi şudur: yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, sürekli şikâyet edilen bir konu olduğu halde, anayasal düzlemde iyileştirme kapsamı dışında tutuldu. Buna karşılık, insan Hakları alanında kurumsal düzenleme arayışına 1990’lı yıllarda girilmişse de, bunlar, anayasal değil, yasal veya hatta çoğu zaman yasa – altı düzenlemelerle kotarılmaya çalışıldı. Yine bunlar genellikle uluslararası standartların dışında kaldı. En önemlisi de, mevcut yapılanma tarzı çerçevesinde İnsan Hakları birimlerinin işleyişleri engellendi.

Bu durumda, Türkiye’deki mevcut anayasal yapı klasik erkler ayrılığı çerçevesinde insan Haklarım korumaya ancak sınırlı bir katkı sağlayabilmektedir. İnsan haklarını ilerletme ve koruma amacıyla anayasa] düzlemde hak ve Özgürlüklerin korunması başlıklı bir hükme rastlanmakta ise de (md. 40), buna denk düşen Özgül bir somut mekanizma ve kurumsal düzenleme bulunmamaktadır.

IV – İnsan Hakları Politikaları

Türkiye’de uygulanagelen insan Hakları politikaları ile kurumsal bakış arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Çünkü insan hakları konusuna devletçi gözle bakılmaktadır. Siyasal çoğunluk ilkesi çerçevesinde kurulan hükümetler, insan Hakları sorunlarını yalnızca kendilerinin çözebileceğini varsaymaktadırlar. Böyle olunca, iktidarın insan Haklarım koruma özelliği yerine, insan haklarını ihlâl edici yüzü veya uygulaması ortaya çıkmaktadır. Gerçekten, bir Japon sözünde somutlaştığı üzere, “Nerede iktidar varsa, orada insan hakları sorunu vardır” deyişi, Türkiye’de fazlaca uygulama alanı bulabilmektedir.

İnsan hakları politikasını klasik İktidar bakış açısı belirleyince, bunun iki olumsuz sonucu ortaya çıkmaktadır:

1) Düzenlemeler, en az düzeyde tutulmakta veya yasak savma anlayışı ile yapılmakta (TCK 301. md. örneğinde görüldüğü gibi). Bunda, insan haklarını bütünsel bakış açısıyla ele alma yerine, parçalı veya sekter yaklaşımla düzenleme usulü belirleyici olmaktadır.

2) Bu yaklaşım tarzına bağlı olarak, insan hakları alanında politika oluşturmada, düzenleme yapmada veya uygulamayı izleme görevinde uzmanlardan ve özerk birimlerden hizmet alma yerine, siyasal parti ekseninde ortaya çıkan çoğunluk anlayışı belirleyici olmaktadır. Bunun sonucu olarak, İnsan Hakları iktidarın dışında bir değer veya olgu, hatta iktidarın varlık nedeni olduğu gözardı edilerek, İktidarın politika aracı haline getirilebilmekte ya da dönüştürülebilmektedir.

Çoğunluğa sahip siyasal güçle özdeş kabul edilen egemenlik anlayışı da, insan haklarının ilerletilmesine engel teşkil edebilmektedir. Özellikle sekter insan Hakları anlayışı ile geleneksel egemenlik anlayışı birleşince, hak ve özgürlükleri ilerletme yerine, mevcut durumun gerisine düşülebilmektedir. Türban değişikliği ve davası adı verilen 2008 Anayasa değişikliği ve buna ilişkin Anayasa Mahkemesi karan, buna örnek gösterilebilir.

Özetle, insan Hakları bilgisi, insan Hakları duyarlılığı ve insan haklarına bütünsel bakış zincirinde devam edegelen zaaflar, özgürlük – otorite arasındaki denge arayışında klasik iktidar anlayışının süre gitmesine neden olmaktadır.

V – Sivil Toplum – Devlet Diyaloğu

Önceki başlığın somutlaştırdığı olumsuz tablo, aslında Türkiye’de insan hakları alanında gerek BM Genel Kumlu kararlan, gerekse Avrupa Konseyi tavsiye kararlan doğrultusunda uygulamaya konan çağdaş insan hakları kurumlarına bakış açısını da yansıtmaktadır.

Şöyle ki: biraz önce belirtildiği gibi devleti temsil eden siyasal ve bürokratik organlar, insan hakları alanım kendi tekelinde tutma çabası içindedir. Devlet karşısında gelişen sivil toplum örgütleri, insan Hakları alanında her zaman yeterli olmasa da, kimi zaman sekter yaklaşıma sahip olunsa da, önemli katkılar sağlamaya devam etmektedirler. Dernekler, vakıflar, platformlar, inisiyatifler belirtilebilir.

Medya da, insan Haklarına bütünsel bakış açısıyla yaklaşma yetisinden yoksun ve insan Hakları uzmanlığında eksik olmasına rağmen, son zamanlarda insan Hakları haberlerini yansıtma konusunda oldukça duyarlı davranmaktadır. Kimi zaman resmî mekanizmalar, medyanın olayı işlemesi sonucu ancak harekete geçebilmektedir. Engin Çeber’in öldürülmesi, buna örnek gösterilebilir. Buna karşılık, insan Hakları haberciliğinde uzmanlık ve bilgi eksikliği, genel bir tarafgirlik, duyarlılık zaafı gibi olumsuzluklar, insan Hakları haberciliğinden beklenen yaran engelleyici unsurlardır,

Türkiye’de gerek sivil toplum örgütleri çerçevesinde, gerekse insan Hakları alanında çalışan kişiler bakımından “insan hakları savunuculuğu” etkinliklerinin gelişmemiş olması, aynı bağlamda yer almaktadır. Deniz Feneri davası ve Ergenekon davası karşısında takınılan ve birbirine zıt düşen tutumlar, bunun tipik göstergesidir. İnsan Hakları savunuculuğu, insan Hakları temelinde duyarlık ve tarafsızlık ilkeleri doğrultusunda hareket edilmesini gerekli kılmaktadır. Bu öğe ve özellikler varsa ancak, insan Hakları savunuculuğundan söz edilebilir. Gerek sivil toplum kesiminde, gerekse devlet organlarında, ama daha çok resmî kesimde baskın olan anlayış, Türkiye’de resmî ve sivil arasında yer alan karma nitelikte insan hakları birimlerinin kurulmasını önlemiş veya mevcut olanların da amacına uygun olarak işleyişini engellemiş bulunmaktadır. Bunların bir kısmı iktidara yakın birimler haline getirilmiş (İnsan Hakları Eğitimi Ulusal Komitesi örneğinde olduğu gibi), bir kısmı ise fiilen lağvedilmiştir (İnsan Hakları Danışma Kurulu, bunun tipik örneğidir). Kısaca, insan haklarına özgülenmiş karma nitelikli çağdaş kurumlar için gerekli anayasal düzenleme yapılmamış; ya da mevcut halleriyle politize edilerek siyasal iktidarların arka bahçesi olarak görülmüş veya onları bastırma yolu tercih edilmiştir.

Burada da, ciddî bir demokrasi eksiği veya açığının mevcut olduğu söylenebilir. Çünkü, adı geçen kurumların amaçlan doğrultusunda işletilmemesi veya partizan hale getirilmesi, farklı dünya görüşlerine, farklı siyasal düşüncelere, kısacası farklı fikre saygı duyulmayışından kaynaklanıyor. Bu ise, çoğulcu anlayışın ve dolayısıyla demokratik toplum kavramının hazmedilemediğini gösteriyor. İnsan haklarının uzmanlık alanı olarak görülmeyişinin temelinde de, böyle bir zaaf yatmaktadır.

Sonuç ve Öneriler

– Herhalde Türkiye’de öncelikli olarak yapılması gereken, insan hakları konusunda konsensüs alanları yaratmaktadır. Bu da, insan hakları değerlerinin örülü olduğu kavramlar bütününe yönelmekle mümkündür. Kuşkusuz buna denk düşen devlet örgütlenmesi, ancak hukuk devleti olabilir.

– İkincisi, ortak değerlere aykırı, onlara zarar verici anlayış ve eğilimleri mahkûm etmek: etnik, dinsel, bölgesel vb. Bunları mahkûm etmek derken, bunları inkâr etmek değil, tam tersine, insan Hakları arayışıyla, bunlara çözüm yöntemini eksik etmemek. Bunun için öncelikle, hak ve özgürlükleri bir bütün olarak ele alma ve algılama gereği yanında, yurttaşlığı insan hakları onuru temelinde ve eşit haklar ekseninde inşa etme gereği öne çıkmaktadır (eşit yurttaşlık). İşte artı haklar, ancak eşit yurttaşlık temelinde, insan Haklarının genel olarak herkese tanınması noktasından hareketle üzerinde durulması gereken bir sorundur. İnsan haklarının bütün yurttaşlara genel olarak tanınması ile, belli kesimlere özgü artı haklar arasındaki hassas denge, sürekli gözetilmelidir.

– Bunları düşünce özgürlüğü çerçevesinde tartışabilme ortamı yaratılmalıdır. Ama bütün kesimlerin, her ne olursa olsun şiddetin dışlanması üzerine oydaşma sağlaması kaydıyla. Aksi halde, bir süredir duymakta olduğumuz ve hepimizi hızla bir iç savaşa götüren “ayak sesleri” yoğunlaşır.

Dipnotlar

1 Hukuk devletinin kurulması, hukuk devletinden ayrılma ve hukuk devletinin restorasyonu şeklinde tasnif edilen dönemlerin yorumlanması konusunda bkz: İbrahim Ö. Kaboğlu, “Türkiye’nin Anayasa! Düzeni Açısından Hukuk Devleti İlkesi”, Özgürlükler Düzeni Olarak Anayasa – Verfassung aıs Freiheitsordmmg: Festschrift für Fazıl Sağlam zum 65. Gebumag., Fazıl Sağlam’a 65. Yas Armağanı, İmaj Yay., Ankara, 2006, s. 287 – 302.

2Konuya ilişkin açıklamalar üzerine bkz: İbrahim Ö. Kaboğlu, “La Turquie à l’épreuve de l’État de droit”, Mélanges en l’Honneur de Slobodan Milacic (Démocratie et Liberté: tension, dialogue confrontation), Bruylant/Bruxelles, 2007, pp. i 17 – 128.

3 1987, öte yandan, Türkiye’nin AB’ye üyelik başvurusunu resmen yaptığı yıldır.

4 ÎHAM karan gereğince 2002 ve 2003’te uyum yasaları ile yargılamanın yenilenmesi yolunun açılması da, bu olgu ekseninde değerlendirilebilir,

5″Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” (md.90/ son cümle), Bu konu hakkında etraflı bilgi ve tartışma için bkz. İnsan Hakları Uluslararası Sözleşmelerinin İç Hukukta Uygulaması (Anayasa, md. 90/son), (Ulusal Toplantı, Ankara – 5 Kasım 2004), TBB – İHAUM Yay., Ankara, 2004.

Yoruma kapalı.