2011: TOPLU İHLÂLLER YILI…
Ülkemizde toplu özgürlükler, bireysel özgürlüklere göre hep ikinci plânda kaldı. Bu konuda en katı düzenlemeyi, 1982 Anayasası yaptı. Yasaklar, 1995 değişikliğinde hayli esnetildi. Fakat toplu özgürlükler sorunsalı güncelliğini hep sürdürdü. Gerçi son yıllarda bireysel özgürlükler alanındaki ciddi ihlâller, toplu özgürlükleri kullanımda karşılaşılan güçlükleri gölgede bırakmadı değil…
Fakat bu yazıda dikkat çekilecek sorunlar, daha vahim. Şöyle ki: yılı, Uludere katliamı ile tamamladık. Kalabalığın omuzlarındaki “tabut konvoyu”, KCK operasyonunda adliye önünde sıralı ve kelepçeli yerel yöneticiler görüntüsünü çağrıştırmadı değil…
Bölgeden, yine N.Ç.’ye tecavüz sanıkları, sayı ve konumları akla geldi: 13 yaşındaki bir kızın (tekil) failleri, devletten maaş alan zevat (topluluk), yine devlet tarafından korundu…
Bu kez, bellek, Güney’den Kuzey’e kaydı; özellikle Doğu Karadeniz bölgesine musallat edilen HES’lerin yol açtığı tahribata. Bir derede bir veya ikisiyle ile yetinmek yerine, bütün vadiyi kaplayacak HES’ler zinciri. Vadiyi toptan yok eden inşaatlar, bütün olarak plânlanmıyor, ayrı ayrı ÇED yapılmış gösteriliyor; böylelikle ÇED gerekliliğinden sıyrılınıyor. Tam bir bilimsel ve hukuki sahtekârlık…
Yaşamsal mekânları ihlâl edildiği için bu “toplu doğa katliamı”na toplu olarak karşı çıkanlar ise, özgürlüklerinden olabiliyor. Halen devam eden ve Erzurum’dan Ankara’ya uzanan Hopa davası, bunun güncel örneği…
Bu süreçte, “iptaller ve halkın HES mücadelesi ders” olmuş. “HES’lere havza planı geldi: Artık bir vadiye onlarca HES kurulamayacak.” (Tarık Işık, Radikal, 30/12/2011).
‘Yıllardır yapılan uyarılar dikkate alındı’ diye sevinelim mi; yoksa, yok edilen doğal ortamlara mı üzülelim? Ya da, gelecek yıllarda olası heyelanlara karşı bölge halkı, şimdiden “toplu tabut” mu hazırlasın?
Eğer toplu ihlâller zinciri -Güney veya Kuzey- “Doğu yakası” ile sınırlı kalsaydı, soruna, Batı/doğu ayrımı ekseninde yaklaşılabilirdi. Ama bu ayrımı aşan ihlâller zinciri hayli yaygın: hapisteki gazeteci sayısını onlarla telaffuz ederken, bir anda, neredeyse bir o kadarı gözaltına alındı ve izleyen günlerde çoğu tutuklandı. Yani, basın mensuplarına yönelik olarak özgürlüklerden “münferit olarak yoksun” bırakma uygulaması çok gerilerde kaldı.
Üst makamlardakilerin savunmaları süreğen hale geldi: “onlar gazetecilikle ilgisi olmayan suç oluşturan eylemler nedeniyle hapiste”. Bir an için böyle olduğunu kabul ederek, şu sorulmalı: Peki o zaman neden cezalandırılmıyor? Kaç yıl daha sanık olarak tutulacaklar?
Sayıları 500’ü bulan öğrencinin ne kadarı çağdaş hukukun suç saydığı eylem nedeniyle tutuklu?
İhlâller, kişi özgürlükleri ile de sınırlı değil. Aynı zamanda “Anayasayı ihlâl yılı” nitelemesi de yapılabilir 2011 için. Aslında, yeni anayasa söylemi, bugüne kadar belki en çok geçen yıl dillendirildi. Bu söylemin eyleme dönüşen kısmı ise, halen çok cılız. Ama, ihlâller, o denli gündeme gelmese de gerçek.
Bir kez, 2010 Anayasa değişikliklerinin uygulamaya konması, yasal düzenlemeleri gerekli kıldığı halde, sadece Anayasa Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu için yasa çıkarıldı. Abartılı bir şekilde kamuoyuna şırınga edilen “kişisel verilerin korunması” ile kamu görevlilerinin toplu sözleşme haklarını düzenleyen yasalar ne oldu? Bunun anlamı şu: iktidara evet, özgürlüklere hayır!
İkincisi, doğrudan uygulanabilir anayasal hükümlerin ihlâli: Yukarıda değinilen toplu ihlâller zinciri, Anayasa’nın ilgili maddelerine ve bütününe aykırı. Yasalara girmiyorum. Anayasa’ya aykırı yasalar bir yana, -özel yetkili mahkemeler gibi- anayasal dayanaktan yoksun olanlar bile var. Kanun hükmünde kararnameler furyasının yarattığı aykırılıklar ise, başka bir konu.
Nihayet, yeni anayasa söyleminin gördüğü örtü işlevi: “Yeni bir anayasa yapabilirsek sorunlarımızı çözebileceğiz.” Kuşkusuz yeni anayasa, sorun çözmek için hazırlanır. Ama böyle bir hedef, yürürlükteki anayasanın askıya alınmasını hiçbir biçimde haklı göstermez. Tam tersine, yeni anayasa söylemine, mevcut anayasal sorunları gölgeleme işlevi yükler.
Bu tablo karşısında, 2012 için ne temenni edilebilir? Öncelikle, 2011’i aratmaması. Sonra, siyasal ve idarî otoritelerin, hatalarını tekrar etme alışkanlığından vazgeçmeleri. Nihayet, olup biten karşısında daha uyanık olmak…
Sonuç: yasama-yürütme-yargı veya siyasal-askeri ilişkiler zincirindeki örtülü-açık çok yönlü ittifak ve çelişkiler yumağı şunu gösteriyor: çarpık bir egemenlik anlayışı üzerine inşa edilen devlet aygıtını, yöneten-yönetilen, sermaye-üretim, insan-çevre ilişkilerini köklü bir biçimde gözden geçirmediğimiz sürece, ağır ihlâller zincirini, ne –çoğu sözde kalan- demokratik açılımlar, ne de yeni anayasa kırabilir.