“ 2012: “ANAYASA” YILI MI? “KUR’AN” YILI MI? ”

- Devamı için tıklayınız -

2012: “ANAYASA” YILI MI? “KUR’AN” YILI MI?

AKP’nin hazırlattığı “sivil anayasa taslağı”nın akıbetinin ne olacağı merak ediliyordu. O sıralarda Madrid’de bulunan Başbakan’ın başörtüsü hakkındaki cümlesi, anayasa gündemini bir anda alt-üst etmeye yetmişti: “…velev ki siyasal simge olsa ne olur?”. Başbakan Ankara’ya ulaşıncaya kadar, partililer, üniversitelerde türban serbestliğine ilişkin anayasa değişikliği önerisi hazırlamış; MHP de desteğini eksik etmemişti…

Bu kez, yine geçen yıldan devralınan anayasa hazırlık çalışması devam ederken, Başbakan, Kore seyahatine çıkarken, partililerine verdi talimatı: “dönünceye kadar, kesintili eğitim yasası çıkacak” dedi. İstek yine MHP’nin, “içerik açılımı” desteği ile yerine getirildi.

Bu düzenleme, 2008’dekinden farklı olarak, “zincirleme bombalama” etkisi yaratacak görünüyor; başladı bile: eğitim sistemi, toplum mühendisliği ve anayasa yönünden.

1-Eğitim sisteminin götürdüğü veya ne getireceği, ayrı bir yazıda ele alınmalı.

2-Toplum mühendisliği: Darbe sonrası dönemde “12 Eylül yönetimi”, elden geldiğince her alanı düzenleme konusu yaparak, siyaset ve hukuk yoluyla toplumu sil baştan oluşturma yönünde hayli çaba gösterdi.

Şimdi ise, yine bir tür mühendislik. Ama toplumu din yoluyla şekillendirmeye öncelik tanınarak. 12 Eylülde milliyetçi ağırlıklı yönlendirme, “dinsel olan” ile pekiştiriliyor. 12 Eylül yasalarını muhafaza etme iradesi ile toplum mühendisliği alanını genişletme eğilimi arasında paralellik yok değil. /Çelişki açık: bu yazıyı yazarken, Ankara’da başlayan “12 Eylül davası”na müdahil olan bazı kesimler, 12 Eylül mevzuatını sürdürme iradesini kesintiye uğratmayanlar../

Peki, iki mühendislik arasındaki fark ne? İlki, darbe sonrasında idi; şimdiki ise, görece olarak “demokratik süreç”te…Ya yöntem?

1982’deki temel yasalar, muhalefetsiz bir ortamda ve tek yanlı bürokratik-askerî irade ile kotarılıyordu. Toplumsal muhalefet ise, tank ve dipçikle bastırılmıştı zaten.

Şimdi, darbe değil “sandık” demokrasisi var; ama, çoğunluk iradesini dayatan bir yöntemle. Toplumsal muhalefet ise, yine benzeri araçlarla bastırılıyor. Değişen araçlar: asker değil, kolluk gücü.

3-Anayasaya gelince; 2007’den farklı olarak bu kez 4 parti tarafından ve daha gerçekçi zeminde yürütülüyor önceki döneme göre. 4+4+4 yasasını yapım tarzı, “anayasa süreci”ne üç açıdan “darbe” vuracak görünüyor:

-Anayasal tercihleri etkileyecek alanda köklü yasal değişiklik.

-Yapım yöntemi açısından: Eğitim reformu ile amaç, “kuşku duyan, sorgulayan, tartışan” özgür bir gençlik yetiştirmek olmalı idi. Oysa, bu yolu açmak durumunda olan “yetişkinler”in kendileri, bu özellikleri ortaya koyamamış; gençleri yetiştirmekle görevli öğretmenler, gösteri ve yürüyüş hakları bir yana, söz ve seyahat özgürlüklerini bile kullanabilmiş değil.

-Kabul sonrası AKP’lilerin söylemi, on yıllık iktidarlarında bir ilki yansıtıyor. Üst üste açıklamaların özeti: “dindarlaşma yoluyla özgürlük”. MHP sayesinde, Peygamber’in yaşamı ve Kur’an, gündemin ilk sıralarına çıkıverdi: “1950’de millet nasıl ki Adnan Menderes eliyle ezanına kavuştuysa, aslî metnine kavuştuysa, bugün de millet bu hükümet eliyle dinini tam anlamıyla öğrenme özgürlüğüne kavuşmuştur” (Başbakan).

Burada, “din anadilde mi öğrenilir, yoksa bilinmeyen dilde mi?” sorusuyla yetiniyorum. Şu noktaya da dikkat çekerek: etnik açıdan; “siz Kürtçe’yi değil, Türkçe’yi öğrenmelisiniz” diyen zihniyet, dinî açıdan, bu kez her iki etnik grup mensuplarına, “Türkçe değil, Arapça yoluyla öğrenmelisiniz…” diyor.

“Kürtçe’den korkan Türkçü bakış açısı ile Türkçe’den korkan dinci bakış açısı”, birbirini tamamlıyor. Soru: Anadilde okunacak olursa, dinsel kitabın kutsallığı mı sorgulanır?

“Millet, önüne çekilen setleri aşarak, o engin sulara kendi yatağında akarak ulaşacak” (Radikal, 26.4.2006). Aradan geçen zamanda yapılanlar ve “8 yıllık kesintisiz” eğitimin kaldırılması vesilesiyle söylenenler, Başbakan’ın bu sözlerini somut bir zemine oturtuyor.

Şu iki soru ve konu, önümüzdeki dönemde çok tartışılacak.

-“28 Şubat dayatması”na, on yıl boyunca nasıl dayanıldığı” sorusu. Bu, demokratik saydamlık bakımından sorgulanmalı, özellikle on yıl sonrasını görebilmek için…

-Din-insan hakları ilişkisi; insan haklarının çağdaş anlayışa ulaşması, diğer engellerin yanı sıra, dinsel fanatizmin aşılması ölçüsünde mümkün oldu. Bugün, temel hak olarak güvencelenen “din özgürlüğü”, varlığını, insan haklarına borçlu…

Sonuç olarak; “4+4+4 yasası” henüz yürürlüğe girmeden ve uygulanmaya konmadan, biz büyüklerin, öğrenmek ve yerli yerine oturtmak durumunda bulunduğu bu kavramları tartışamaz isek, 2012’yi “anayasa yılı” olarak değil, “Kur’an yılı” olarak ilân edebiliriz.

Yoruma kapalı.