“ Anayasa: Kazanan mı, kaybeden mi? ”

- Devamı için tıklayınız -

Türkiye, son altı ayda “Anayasal düzeni değiştirme” etkinliklerine kilitlendi. Bunu, 12 Eylül günü noktaladı. Sonuç: Yürütme organı lehine, 1982 metninden daha fazla bir “yetki yoğunlaşması”. Yeni düzende Yargı, 1982’ye oranla belirgin biçimde Yürütme’nin güdümüne konuldu.

AKP, parti ve Hükümet olarak çok iyi çalıştı. Yargı ( YSK ve AYM) da, kararlarıyla AKP’nin önünü açtı. Olanaklarını iktidar için seferber eden basın-yayın organları ise, -özgürlüklerden çok- kendilerine yakıştırdıkları “4. kuvvet” olmayı yeğledi. Hesaplaşma konusu, değişiklik paketi yerine, Geçici 15. madde oldu; 12 Eylül ise, -tarih olarak- bununla özdeşleşti.

Oy yoluyla kazanan yine “iktidar” olsa da, seçim kampanyasında en çok zedelenen değerler, anayasal ve demokratik kültür ile özgürlük ahlâkı oldu. Kaybeden hanesine, zaten çok sorunlu olan “seçim hukuku” da eklenebilir. Seçim hukukunu, halkoylamasına ve “laik düzen”e de uyarlamak amacıyla, baştan sona yenileme gereği açıkça ortaya çıktı. Yaygın ihlâller zinciri yanı sıra, 12 Eylül öncesi -Ramazan vesilesiyle- tanık olunanlar, “dini politikaya alet etme” pratiği oldu (Any., m. 24/son). Ya yeni anayasa umudu?

“ORTAK PAYDA”DAN SAPMA…

Kampanya sırasında “evet, hayır ve boykot” üçlüsü, yeni anayasa hedefini yansıttı. Bunun anlamı şu: sonuç ne olursa olsun, halkoylaması, Anayasa’nın yenilenmesine ivme kazandıracaktı. Bu nedenle, halkoylaması ardından beklenen şuydu: yeni anayasaya giden yol oluşturulacak. Bunun için mevzuat gözden geçirilecek; izlenecek usul ve yöntem üzerine TBMM başkanı inisiyatifiyle ön hazırlık çalışmalarına başlanacaktı.

Ne var ki, Başbakan Sn. Erdoğan, henüz sayım işlemleri tamamlanmadan, yeni anayasa için Prof. Kuzu’ya görev verdi. Bu irade beyanının somut yansıması, referandum sonuçları Resmi Gazete’de henüz ilân edilmeden, “başkanlık rejimi” şeklinde ülke gündemine oturtmak oldu. Gerçi, Başbakan, Başkanlık eğilimini, halkoylaması öncesi yeniden dillendirdi. Prof. Kuzu ise, yıllardan beri ve ısrarla başkanlık rejimini savunur. Hatta, on beş yıl kadar önce, bir toplantıda, Prof. Özbudun, “Türkiye’de zaten başkanlık rejimini ciddi biçimde savunan anayasacı yok…” şeklinde saptama yapınca, Burhan Kuzu, kendisinin hesaba katılmayışına anında anında tepki göstermişti…

Sürece ilişkin ilginç olan nokta şu: 2007 Yasama seçimleri öncesi, yeni anayasa yapım görevi Başbakan tarafından, kamuoyunun bilgisi dışında Prof. Özbudun’a verilmişti. Şimdi ise, aynı görev, bu kez bir partiliye ama kameralar karşısında saydam bir biçimde verildi. Aradan 48 saat geçmeden, yeni anayasa, yerini başkanlık sistemi tartışmasına bıraktı.

AKP İÇİN İÇTENLİK TESTİ…

Halkoylaması sürecinde ortaya çıkan yeni anayasa talebi, AKP (evet), CHP (hayır) ve BDP (boykot) olmak üzere, üç grubun ortak paydasını oluşturdu. Bu ortak paydanın uygulamaya konmasında belirleyici konumda olan -CHP ile uzlaşması kaydıyla- AKP’dir. BDP ise, kilit role sahip. Bu nedenle, AKP yeni bir içtenlik testinden geçmekte. (“Yetmez, ama evet”çi kesimin kulaklarını çınlatalım. Çünkü, onlar AKP’ye, yeni anayasa kaydıyla destek verdiklerini iddia etti…)

Yeni anayasa, yetkili organı ve içeriğiyle, değişiklikten tamamen farklı bir süreci gerekli kılmakta.

Oysa, başkanlık rejimine yönelik tartışmalar, yeni anayasa değil, 1982 Anayasasında 21. kez değişikliğe yönelik bir arayış demektir. Bu girişim sonuçlanırsa, 2007 ve 2010 ekseni, 3. bir adımla, bir tür sacayağı ile tamamlanmış olacak. Burada sorun, başkanlık rejimine karşı veya ondan yana olmak değil. Ana sorun şu: yeni anayasa hedefi var mı yok mu?

DEĞİŞİKLİK, ANAYASA ARAYIŞINI YOK EDER…

Eğer yeni anayasa çalışmalarına başlanabilirse, yöntem sorunu aşıldıktan sonra, kuşkusuz içerik çalışması sırasında, “rejim tercihi” de tartışılır: Hatta, parlamenter rejimi yerine, yarı-başkanlık ve başkanlık yönündeki tercih ağır da basabilir. Ancak bu, anayasa bütünü içerisinde anlam taşıyan bir tartışma veya düzenleme olabilir.

Şimdi yapılan ise, iki önemli sakıncaya işaret ediyor: siyasal açıdan, bir taklit olgusu; yani, Türkiye’yi 3. dünya ülkesi olarak algılama sorunu. Anayasal açıdan ise, yeni anayasa umudunu bir kez daha köreltmek.

Ne var ki, 12 Eylül’ün üzerinden daha iki gün bile geçmeden, ülkenin gündemine yeni anayasa yerine, yeni rejim arayışı oturdu. Şimdilik görünen, Anayasa, 12 Eylül halkoylamasının kaybedeni. Böyle bir ortamda, “ortak anayasa dili” oluşturmak bir yana, demokrasi kavramı üzerinde bile oydaşma (consensus) yok. Bunun en belirgin göstergesi, % 10 baraj. Bunu kaldırmadan yeni bir anayasa için adım atılamayacağına göre, yoksa sürekli bir yanılsama içersinde miyiz? Ve bu ne kadar devam edecek?

Yoruma kapalı.