Anayasa sözlük mü?

Anayasa sözlük mü?

“Anayasa’nın 2. maddesindeki demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti niteliklerine benim de, kimsenin de bir itirazı yok. Olması da mümkün değil. Anayasa’nın 3. maddesi, bu ilkenin değiştirilmesini ve kaldırılmasının yasaklıyor. Doğru olan da bu. Laiklik ilkesine ‘evet’ diyoruz ama Anayasa’da laiklik tarif edilmemiştir…” Bu sözlerin sahibi TBMM Başkanı Bülent Arınç, CNN Türk’teki konuşmasına ekliyor: “Aklımı kaçırmadım.” (Radikal, 02.06.06). Bu özlü cümleyi, uzmanlık alanım dışında kaldığı için geçiyorum. Ancak, laikliğe “taktığı”nı anlamak için uzman olmaya gerek yok.

Çünkü, herhalde, laiklik üzerine bu denli sık, ama karşıt bir söyleme sahip ilk TBMM Başkanıdır Arınç. Gerçi kendi başkanlık döneminde “uzunca bir süre” sustuğunu da söylemek mümkün; çünkü, izleyebildiğimiz kadarıyla, Danıştay saldırısından sonra bu konuda konuşmamayı başardı(l). Az değil, tam iki hafta… Zira, Arınç için, laiklik karşıtı okları yayında tutabilmek, kolay olmasa gerek.

“Laikliğin Anayasa’da tanımının yapılmadığı” görüşü doğru mu? Hem doğru, hem yanlış. Doğru, çünkü tıpkı aynı maddede yer alan “demokratik devlet”, “sosyal devlet” ve “hukuk devleti”nin de Anayasa’da sözcük ve kavram olarak tanımı yoktur. Adı geçen kavramların tanımları, diğer temel deyimler gibi, Anayasalarda değil, öğretide ve mahkeme kararlarında yapılır.

Yanlış, çünkü Anayasa’nın kendisi, söz konusu ana kavram ve ilkeler üzerine inşa edilmiştir. Bunların temel olma özelliği o denli açıktır ki, Meclis Başkanı’nın da işaret ettiği gibi, Anayasa, bunların değiştirilmesi ve kaldırılmasını yasaklıyor.

Hatta denebilir ki, 2. md., Hukuk Devleti’ni dört temel değer, kurum ve kavram ekseninde tanımlamıştır: insan hakları, laiklik, demokrasi ve sosyal devlet.

Anayasa’nın 5. ila 175. maddeleri arasında yer alan hükümlerin çok büyük bir kısmı, doğrudan ya da dolaylı biçimde, söz konusu dört temel ilkeyi yansıtmaktadır.

Lâiklik ilkesi, Anayasa’nın birçok maddesinde yer almaktadır: “laik Cumhuriyet” (md. 13,14,68,81,103,136,174).

Öte yandan, din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili güvence ve yasaklama hükümleri, laikliğin (dolaylı ya da olumsuz) tanımını oluşturur:

“Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz”, (md. 243).

“Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz”, (md. 24son).

“Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz”, (md. 423).

Öğretide de, lâikliğin tanımı üzerinde geniş bir mutabakat bulunduğu söylenebilir: Laikliğin olumsuz yönü, devletin resmen bir dini tanımaması, bütün dinlerin mensuplarına eşit davranması, dinsel cemaatlerle devlet kurumlarının ayrılmış olması, kamu yönetiminin din kurallarından etkilenmemesidir. Laiklik ilkesine olumlu yönüyle bakıldığında, bütün inançlara saygı duyan devlet, bununla vicdan özgürlüğünü, inanma veya inanmama biçimindeki kişisel tercihi güvenceye bağlama yükümlülüğü altına girer. Din özgürlüğüne baskı ve müdahaleler, sadece devletten değil, toplumdan, gruplardan ve kişilerden de gelebileceği için, ihlallerin bu türü de hukukun koruması altına alınmıştır (…).

Anayasa’da bu iki tanım öğesini zedeleyici ilkeler varsa (örneğin Diyanet İşleri Başkanlığının durumu), bunlar üzerinde tartışmakta yarar, hatta gereklilik var.

TBMM Başkanı’nın dillendirdiği kavramların ansiklopedik tanımı, Anayasaların işi değil. Bunu yapmak sakıncalıdır da. Çünkü o durumda, bu kavramları dondurma tehlikesi ortaya çıkar. Bilindiği gibi, öğreti ve içtihat, aktarılan ve benzer nitelik taşıyan Anayasa Hukukunun büyük kavramlarını, değişen ve artan toplumsal gereksinimler doğrultusunda sürekli zenginleştirir.

Mevcut durum çerçevesinde, “laiklik, din özgürlüğü ve demokrasi” ilişkisi; hem Anayasa Mahkemesi kararları ile, hem de İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin özellikle Refah Partisi ve Leyla Şahin kararları ile belirginleştirilmiştir. Laiklik tanımı da, örtülü ve açık bir biçimde yapılmıştır. Meclis Başkanı’na, mahkeme kararlarını gerekçeleri ile birlikte okuması gereğini hatırlatmanın yararı var mı?

Son iki saptama: İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi md. 10, niçin ifade özgürlüğünün görev ve sorumlulukları “tazammun ettiği”ni kaydediyor? Diğerleri arasında; kamuoyunu etkileme konumunda bulunanların ifade özgürlüğünü -olağan yurttaşlara göre- daha dikkatli kullanmaları için…

Türkiye’de laikliğin anlaşılış biçiminden kaynaklanan gerilimlerin, “türban takan” bayanlardan değil, “Anayasa md. 24son’a takan” baylardan kaynaklandığını unutmamak gerekir.

Bu nedenle; “laikliğin Anayasal tanımı” konusunda, hukuk fakültesi birinci sınıf öğrencilerine sorulacak soruya verilecek yanlış yanıtın yaptırımı, ilgili öğrencinin başarısızlığı ile sınırlı kalır. Benzer bir yanlışı, -“Anaya-sacı danışman”lara sahip olmasına rağmen-hukukçu kimliğini vurgulaya vurgulaya Cum-huriyet’in Meclis Başkanı yaparsa, bundan bütün ülke ve rejim zarar görür; tıpkı şu anda olduğu gibi…

Öğrencinin durumuna dönecek olursak, yanlış yanıtına karşın başarılı bulunması hali, uzun dönemde “bir çivinin kaybı”ndan başlayarak, “ülkenin kaybı”na götüren halkalar zincirini çağrıştırır. “Bir çivi, bir nalı; bir nal, bir atı; bir at, bir süvariyi; bir süvari,… orduyu; bir ordu, bir ülkeyi kurtarırkaybettirir”. Yabana atılmaması gereken bir bağlantı; özellikle bunun yabancısı olmayan toplumlar için.

Yoruma kapalı.