‘Ankara kriterleri’ (!)

‘Ankara kriterleri’ (!)

Tarih: 20.05.2005, yer: Universita Luiss di Roma; açıkoturumun konusu: “Türkiye’de Anayasal Reformlar ve Geleceği”:

» “Türkiye’deki lâiklik anlayışı katı. Başbakan, kızını Üniversite’de başörtüsü yasağı nedeniyle okutamadığı için, Amerika’ya göndermek zorunda kaldı”.

» “Ama O, oğlunu da Amerika’da okutuyor(!)”

Eleştiri ve yakınma biçimindeki ilk alıntı, İtalyan Anayasa Hukuku Profesörü ve parlamenteri Andrea Manzella’ya; yanıtı ise, bana ait.

•••

Tarih: 16.03.2006, yer: Belçika Senatosu, soru önergesi üzerine tartışmadan:

“Burada bizim için şaşırtıcı olan, Kaboğlu ve Oran’in bu öneriyi yapmalarından ötürü kovuşturmaya uğramalarıdır. Türk makamlarının aşırı reaksiyonu, bizi ifade özgürlüğü alanında gelişme yönündeki iradeleri konusunda kuşkuya düşürmüştür. İnsan hakları savunucusu olan ve bütün enerji ve yetkilerini, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’ nin ilkelerine uygun olarak insan haklarının korunmasına harcayan bu iki şahsiyetin insan haklarının ağır ve kararlı biçimde ihlal edilmiş olduğunu tespit etmiş bulunuyoruz”. (Önerge sahibi: Senatör F. Delperee).

“Bu madde, hâkim ve savcılara çok geniş bir takdir yetkisi bırakmaktadır. Reformların uygulanması konusunda mahkemeler önemli bir rol oynar. Hâkimler ve savcılar arasında bir zihniyet değişikliği gerekmektedir. Bu anlamda olumlu bazı işaretler de vardır: Ceza Kanunu’nun 301. maddesinden az mahkûmiyet vardır. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ ne referans yapan karar sayısında artış vardır. Adalet Bakanlığı’nın genelgesi uyum reformlarını işlemektedir”. (Yanıtı veren: Belçika Dışişleri Bakanı De Gucht).

Alıntı yapılan sözlere benzer görüşlere, Avrupa’nın diğer başkentlerinde de rastlamak zor değil. “Eğer ‘Kopenhag Kriterleri’ olmaz ise, biz bunlara ‘Ankara Kriterleri’ adını koyarız ve yolumuza devam ederiz” biçimindeki sözler, bir ülkenin Başbakan’ı tarafından, hem de birden çok kez dillendirilmiş ise, belleklerde iz bırakmış demektir. Ne kadar da çabuk unutuldu AB adaylık koşulu olan Kopenhag Kriterleri: Hukuk devleti, demokrasi, insan hakları, azınlıklara saygı… Türkiye “Kopenhag Kriterleri”ni ne derecede yerine getirdi? Bu, tartışma götürür. Ama açık olan, yoluna “Başkent ölçütleri” ile devam ettiğidir. Yine kesin olan, “Ankara Kriterlerinin “Kopenhag Ölçütle-ri”nden hayli uzak oluşudur. Bununla birlikte, “Ankara Kriterleri”ni uygulamaya koyanlar, “Kopenhag İlkeleri”ni izleyen kimi Avrupa yetkililerini dahi ikna edemiyor değil. Yukarıda alıntılanan sözler, bu gözlemimizin kanıtı değil mi?

“Vicdanî red hakkf’nı savunduğu için hakkında dava açılan Perihan Mağden, aleyhine açılan diğer davalardan da yakınarak, uğradığı haksızlıkları ve mağduriyetini nasıl gidereceğini sorguluyor… Mağden’e verilecek “Ankara” çıkışlı yanıt, hiç de zor değil. “Madde 301’den henüz kimse hapse girmedi”.

İşte, “Ankara Kriterlerinin yalın mantığı bu. Mahkûm olmadığına göre, hak ihlâli yoktur; bu nedenle, TCK md. 301’i değiştirmek için acele etmenin ne gereği var?

Bundan çıkan sonuç şu: “Ankara Kriterleri”ne göre, gazeteciler, yazarlar ve öğretim üyelerinin, söyledikleri söz ve ifadeler, yazdıkları rapor ve yazılar nedeniyle soruşturmaya uğramaları, haklarında ceza davaları açılması ve bu davaların aylarca ve yıllarca sürmesi, kabul edilebilir bir durumdur.

Bu bakış tarzı, hak ihlalini kişinin beden özgürlüğünden alıkonulmasına, yani hapsedilmesine indirgeyen bir zihniyeti yansıtır. Oysa, düşünce, kanaat, söz, yazı ve yayın nedeniyle bir kişinin resmî makamlarca soruşturmaya uğraması, hakkında dava açılması ve yargılanması, verilecek esasa ilişkin karardan bağımsız olarak, başlı başına yaptırım oluşturmaktadır. Çünkü, burada “düşünce özgürlüğü” söz konusudur. Düşünce ve ifadeye karşı açılan davalarda hapsi beklemek ya da en azından böyle bir olasılığı gündeme taşımak, “düşünce suçu”nu kabul etmek anlamına gelmiyor mu?

2001’de Anayasa değişikliği ile başlayan reform süreci, birçok yasanın değiştirilmesi ve yenilenmesiyle devam etti. Buna karşılık, yasaları yapım tarzındaki eksiklik ve aksaklıkların, söz konusu yasaların uygulanması üzerinde de olumsuz etki yarattığı kuşkusuz. Tartışma, müzakere, katılım şeklindeki ön hazırlık aşamalarının sürekli “atlandığı” bir yasama faaliyetinin, olumlu sonuçlar doğurmayacağı belliydi. Fakat, burada, en az usûl kadar önemli olan ikinci nokta, yasaların içeriğine ilişkindir: “Yeni”lenen yasaların özünün ne derecede “yeni” olduğudur. Örneğin, yeni TCK’nın 301. maddesinin, önceki TCK’nın 159. maddesine göre yeniliği nedir? (Fakat, haksızlık etmeyelim, çok önemli bir yenilik mevcut. Söz konusu maddenin gerekçesine göre, “suç”la korunmak istenen “değer”, Türkiye sınırları dışına taşırılarak, bütün Dünya’ya teşmil edilmiş; hak ne özgürlükler açısından ideal çerçeve olan “evrenselleşme” yakalanmış (!). Şöyle ki: “Maddede geçen Türklük deyiminden maksat, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasınlar Türklere has müşterek kültürün ortaya çıkardığı ortak varlık anlaşılır. Bu varlık Türk Milleti kavramından geniştir ve Türkiye dışında yaşayan ve aynı kültürün iştirakçileri olan toplumları da kapsar”).

Kuşkusuz, bu değinilen konuların her biri ayrı birer yazıda ele alınmaya elverişli. Ancak, şimdilik, hukukçulara, özellikle şu iki Anayasal hükmü uygulatma konusunda kararlı olmalarını tavsiye etmekle yetinelim:

, “Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen…” kişilerin, “… resmî görevliler tarafından vâki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır” (Md. 40).

, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaş-malarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır” (Anayasa, md. 90son’a ek cümle).

Unutmamak gerekir ki, “Ankara Kriterleri”nin aşılması, sadece hükümete bırakılamayacak derecede ciddi bir konudur. Hele hele Kanûn-ı Esâ-sî’den bu yana 130 yıl geçtiği halde, “yasa tanı-maz”lık edebilen bir hükümetin “Ankara Kriterleri”nden ne anladığı ortada ise…

Yoruma kapalı.