“ Avrupa yakasına nasıl seslenmeli? ”

- Devamı için tıklayınız -

“…Batı dünyasının ayrılmaz parçası olarak Türk toplumu AET’ye bağlılığını…”. 31 Temmuz 1959’da Demokrat Parti hükümetinin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na yaptığı ortaklık başvurusunda altı çizilebilecek kayıt bu.

Bu nedenle, 2009 AB ile ilişkilerin 50. yılı olarak farklı bir anlam taşıyor. Gerçi bu yıl, Avrupa Konseyi (AK) ile ilişkilerimizin 60. yılı aynı zamanda. Ancak, AK ile ilişkilerde çuvaldızı kendimiz için kullanmak durumundayız. Bu da ayrıca değerlendirilmeli…

AB ile ilişkilerin dünü, bugünü ve yarını konusunda yapılacak durum değerlendirmesinde her iki tarafa söylenecek çok şey var…

GEÇEN ELLİ YIL

Ankara Anlaşması, 1963: yürürlüğe girişi 1 Aralık 1964.

Sonraki on yıllar: AET ile ilişkilerin seyri, Türkiye’nin kendi içerisindeki siyasal ve anayasal kırılmalar dahil, dalgalı ve bunalımlı tarihine benzetilebilir. Her ikisi arasındaki koşutluk açık…

Adaylık başvurusu, 1987, Gümrük Birliği, 1996, adaylığın AB tarafından kabulü, 1999, Türkiye’nin reform hamlesi: 2001-2004.

AB’ye üyelik müzakeresi: Karar (2004), öngörülen yıl (2005) ve başlama yılı (2006).

2009’DA GELİNEN AŞAMA

35 fasılda açılması ve tamamlanması gereken müzakere sürecinde, 2009 başı itibariyle durum şu:

Sadece 10 başlık müzakereye açıldı.

13 fasıl, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımaması ve Fransa’nın engellemesi nedeniyle hâlâ askıda.

Geriye henüz dokunulmayan 12 fasıl kalıyor (…)

HANGİ GELECEK?

Eğer elli yıllık dönemin sadece son beş yılında müzakerelere başlanabilmiş ise ve bu dönemde başlıkların üçte biri bile bitirilememiş ise, bu ilişkinin ne zaman ve nasıl sonuçlanacağını kestirmek zor. Bunu belki taraflar da bilmiyor…

Avrupalılara ilk mesaj şu:

“Eğer demokratik toplum ‘açık bir toplum’ ise, onun ifadesi olan hukuk düzeni de açık olmalıdır.”

Bu ilke AB-Türkiye ilişkilerinde de geçerli olmalı:

– Elli yıl boyunca hazırlanan, kabul edilen ve yürürlüğe konan belgeler, AB sorumluları için sadece etik veya ahlaki ödev değil, aynı zamanda hukuki yükümlülük getirmiştir.

– Bunlara uyulup-uyulmayacağı muhataba göre değişemez.

-AB yetkilileri veya üye devlet yöneticilerinin Türkiye söylemi, yukarıda belirtilen ilkelere aykırı. Örneğin, “Türkiye 10 yıldan önce üye olamaz” şeklindeki açıklamalar: “Öngörüsü güçlü(!) kişi, üye olamayacağı süreyi biliyorsa, on yıl sonrası için, ne zaman üye olacağını neden dillendirmiyor? Yine, “Türkiye, öngörülen kriterlere saygıyı yüzde yüz sağladığı zaman üye olmaması için bir neden yok” türü açıklamalar; iyi de, hangi aday veya üye devlet, demokrasi ve insan hakları alanında kusursuz?

-Kopenhag Kriterleri’ne asgari saygı gerekli; ama, bunlar dışında yer alan isteklerin sürekli ısıtılması, kabul edilemez.

-Müzakereler, üye -özellikle komşu- devletlerle arasındakı sorunların çözümü için aday devlet üzerinde baskı aracı olarak kullanılmamalı…

-Gerçi Kopenhag Kriterleri, Türkiye’de demokratikleşme yolunda kotarılan reformlar için “kaldıraç işlevi” gördü, 2001-2004 yıllarında.

– Buna karşılık ilerleyen yıllarda reform karşıtı dalganın yayılması, sadece iç dinamiklerle açıklanamaz; bunda, AB-Türkiye ilişkilerinin seyri etkili oldu; özellikle, AB üst sorumluları ve üye devlet yöneticilerinin ikircikli ve ayrımcı tutumu (…)

GELECEĞİ SAYDAMLAŞTIRMAK?

Ancak “demokrasi ve hukuk”, AB-Türkiye arasındaki elli yıllık ilişkinin geleceğini saydamlaştırabilir. Türkiye’ye düşen ödev ve sorumlulukları göz ardı etmeksizin, Avrupalı yetkililerin sözlerini tutması, sadece bir uluslararası hukuk ilkesi (pacta sund servanda) gereği değil; yine kendilerine karşı bir etik ilke veya Türkiye’ye karşı ahlaki sorumluluk olmayıp, aynı zamanda bir hukuki yükümlülüktür.

Bunun hatırlanması ölçüsünde, geçmişin bilançosu geleceğe yönelik değerlendirme yapabilmemize ışık tutabilir…

***

Bu sözler, dün akşam Parisliler üzerinden Avrupalılara iletilen mesajların bir özeti, beşincisi yapılan yuvarlak masa toplantısı vesilesiyle: Türkiye ve Avrupa (katılımın zorlukları ve katkıları), Descartes Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Kuşkusuz bu saptamalar, ülkemizdeki demokrasi ve insan hakları karşıtı dalgayı hiç bir şekilde haklı kılmıyor, onları konuşmanın yeri burası değil, mutfağın kendisi…

Yoruma kapalı.