Çağdaş Sivil Bir Anayasanın Gerekliliği

Çağdaş Sivil Bir Anayasanın Gerekliliği

Sayın Bakan, değerli Başkan, değerli konuklar, sevgili Adıyamanlılar, sevgili Güneydoğulular, Sayın milletvekilleri; -ben bir akademisyen olarak protokol sıralamasını fazla beceremi-yorum, o nedenle bağışlayın; çünkü ben misafirim, misafir her zaman hoş görülür hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.
Öncelikle Adıyaman Barosu’nu, böyle bir toplantı fikrini ortaya attığı için, bizi bu masanın etrafında topladığı için kutluyorum. Şimdi acaba Türkiye’de sivil bir anayasa gerekli mi, gerekliyse nasıl bir anayasa gerekli ve nitelikleri belirlenen anayasa hangi yöntemle hazırlanıp yürürlüğe konulabilir? Sayın Başkan’ın biraz önce açış konuşmasında belirttiği gibi, bu toplantının sorunsalı bu.
Şöyle baktığımız zaman, yazılı anayasa geleneği olarak yaklaşık 200-220 yıl geriye gidebiliyoruz. Bizde ise, 100 yıllık gecikmeyle, 126-127 yıl geriye gidebiliyoruz. Bu çerçevede dünyada ve Türkiye’de gözlenen şudur: Bazı ülkeler, anayasalarını yaptıktan sonra, onda zaman içerisinde değişiklikler yaparak, onu elden geldiğince çok uzun kılma çabasını göstermektedir. Bunlara, ABD, İsviçre veya Norveç gibi çok istikrarlı ülkeler örnek gösterilebilir. Mesela ABD, Anayasası’nda yirmi iki kez değişiklik yapmıştır. İsviçre, 1874 yılında yürürlüğe koyduğu Anayasa’yı 2000 yılında yenilemiştir. Buna karşılık, bizim de dahil olduğumuz kıta Avrupa’sı anayasacılık geleneğinde, anayasal yenilenmeler, yani anayasayı yenileme geleneği daha baskın -mesela Fransa, Almanya gibi ülkelerde- olmaktadır. Bu bakımdan, örneğin Fransa, 1791 yılından bu yana 12 anayasa hazırlamıştır, sayısız anayasa değişikliği yapmıştır. Biz ise 1876’danbuyana 5 anayasa hazırladık, birçok değişiklik yaptık, 1982’de ise, 7 kez değişiklik yaptık. Belki 1982’yi yürürlükte tutacak olursak, önümüzdeki yıllarda bir 17 değişiklik daha yapmak gerekir.
Şu halde, demek ki ön saptama olarak anayasa; toplumun, ülkenin ve devletin bir bakıma birlikteliğini, güçler dengesini, toplum – devlet ilişkisini birey hak ve özgürlükleri temelinde dengeleyen, devlet kurumları arasında erkler ayrılığı yoluyla dengeyi kuran bir temel metindir. Devlet yetkileri, birey hak ve özgürlükleri, günümüzde bir de buna coğrafya, ülke veya çevre faktörü de eklenmiş bulunuyor. Bu metin, her ne kadar bir devletten diğerine değişiklik gösteriyor olsa da metnin hazırlama biçimi, hazırlandığı ortamda mevcut güçlerin bu metni algılama biçimi, metnin hazırlanmasına katılım, müzakere, fikri yoğunluk, toplumsal mutabakat gibi özellikler, metnin ömrünü uzatır. Buna karşılık »içerik çok doyurucu da olsa- metnin hazırlanması sırasında tanık olunan birtakım zaaflar, metnin ömrünü kısaltır. Zaten, toplum sözleşmesi dememesinin nedeni de odur. Toplum sözleşmesi adı, biraz da devletin kuruluş tarzına ilişkin olarak ortaya atılan, John Locke, Jean-Jacques Rousseau ve Thomas Hobbes tarafından ortaya atılan “toplum sözleşmesi kuramı”ndan gelmektedir. Yani, belirli bir coğrafya parçası üzerinde yaşayan insanların devleti kurmak için mutabakat sağlamış olmaları…
Bu belirleme şu bakımdan önemlidir: Temel insandır; yani devleti kuran insandır, devlet gökyüzünden inmiş değildir. Bir siyasal örgütlenmeye gereksinim olduğu için düzeni, güvenliği ve özgürlüğü sağlama emeliyle bir siyasal örgüt olarak devlet kurulmuştur. Daha sonra, bu toplum sözleşmesi kavramı, bir kez devleti kurduktan sonra anayasaya verilen ad olmuştur. Bu bakımdan, genel çerçeveye baktığımız zaman, gerek Avrupa ülkelerinde, gerekse diğer ülkelerde günümüzde de yoğun bir anayasal hareketliliğe tanık olmaktayız. Bu ülkelerin mutlaka yeni kurulan devletler ya da rejimini yeni değiştiren ülkeler olması şart değildir. Bu anayasal hareketler, Fransa, Almanya, Avusturya gibi çok eski anayasal geleneği olan devletlerde vardır. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, sürekli artan ve çeşitlenen toplumsal ihtiyaçlar, toplumsal dinamiklerdir. İkincisi ise, artık hiçbir devletin ve özellikle bizim yer aldığımız mekânda bulunan devletleri, Avrupa devletlerinin kesinlikle kendi ulusal dinamikleri ile sınırlı olarak anayasal gelişmelerle yetinememeleridir. Mesela, bir Avrupa Birliği faktörü, bir însan Hakları Avrupa Sözleşmesi olgusu. Bütün bunlar nedeniyle hep anayasalarım sürekli olarak revize ediyorlar, yani gözden geçiriyorlar; bizim 1982 Anayasası için yapağımız gibi.
Peki, acaba bizde durum nedir? Bizde şöyle baktığımız zaman, yazılı anayasa geleneği, 1839larda Tanzimat’la ön adım alınmış olsa da esasen 1876’da başlar ve bunu 1909, 1921, 1924, 1961, 1982 Anayasaları izler.

Bu gelişim sürecinde şöyle bir çizgi görmekteyiz: Hep o temel norm ya da toplumsal sözleşme, toplumsal mutabakat metni olma özelliği gereği, gelişme devlet iktidarının sınırlanması, giderek organlarının yetkilerinin belirginleştirilmesi ve o derecede hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması yönünde olmuştur. Önceleri “Kanuni Esasi” denilmiş, “Esas Teşkilat Kanunu ” denilmiş, ama bir tür anayasalı devletten hukuk devletine doğru bir ilerleme var ve bu konuda 1961 Anayasası, en ileri noktayı temsil ediyor. Fakat 1982 Anayasası, kendi döneminin anayasal gelişmelerinin izlediği seyrin tersine, bu döneme, örnek olarak Yunanistan Anayasası, Portekiz ve İspanya Anayasaları gösterilebilir- bizim Anayasa’mız, hem genel anayasal gelişmeler çizgisinden sapma göstermiş, hem de kendi anayasal gelişme geleneklerinin tersine döndürülmesi anlamına gelecek bir devlet-toplum ilişkisi ya da birey tasarımı, devlet erkleri tasarımı öngörmüştür. Bunun nedeni de belli ölçüler de anlaşılır bir nedendir: 1980 yılında Türkiye’nin içinde bulunduğu ortam ve koşullar; kriz dönemi, bunalım dönemi, kaos dönemi…
Ancak, burada şu saptamayı yapmak lazımdır: Olağanüstü dönemde yapılan Anayasa’nın özeÜikleri anlaşılabilirdir. Bununla birlikte, şöyle bir zihniyet de bu metne sinmiş bulunuyor: Sanki Türkiye, hep 12 Eylül 1980 dönemini yaşayacak-mış anlayışı çerçevesinde kurumlar kurulmuş, düzenlemeler yapılmıştır. Bundan dolayı, 1982 Anayasasında mevcut olan devlet-toplum ya da devlet-birey ilişkisi, gerekli dengelere oturtulamamış ve bir tür devletçi, bazen otoriteci, devlet içerisinde de özellikle belli organlara öncelik tanıyan bir anayasa Özelliğini almıştır. Bunu fazla anlatmaya gerek yok; bunun böyle olduğunu, 1982 Anayasası’nın gelişen Türkiye’nin ihtiyaçlarına yanıt vermediği, 1987 yılında başlayıp 2002 yılı sonuna kadar gerçekleştirdiğimiz yedi anayasa değişikliğiyle kanıtlamış bulunuyoruz.

Burada, değişikliklerin bir kısmı, dış dinamiklerin etkisi allında yapılmış olsa da bir kısmı da iç dinamiklerin, yani toplumumuzun üyelerinin beklentisi doğrultusunda yapılmıştır. Ancak, bazen dış etkenler-Avrupa Birliği gibi- Öne çıkarılmışta; dinamikler, iç toplumsal talepler ikinci plana atılmıştır. Fakat, esasen Türkiye’de toplumumuz da insanlarımız da hep Anaya-sa’nın değişmesi yönünde beklentilerini ortaya koymuşlardı. Bunun örneği olarak, 1991 seçimlerini hatırlayın; hemen hemen bütün siyasal partilerimiz, yeni Anayasa taslağıyla seçim kampanyalarını yürütmüştür. Yine, aynı yıl sivil toplum örgütleri, anayasa çalışmalarına başlamıştır. Bunun en son örneği olarak, Türkiye Barolar Birliği’nin yaklaşık üç yıl kadar önce, bir grup anayasacıyı, kamu hukukçusunu ve avukatı davet ederek hazırlattığı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası gösterilebilir.

Bunun anlamı nedir? Parlamento bir yandan sürekli Anayasa değişikliğini gerçekleştiriyor. Dikkat edin, 1987’den 2002 yılma kadar, yani hemen hemen sizlerin oyuyla Ankara’ya giden bütün parlamenterler, “Bu Anayasa Türkiye’nin koşullarına uygun değildir.” diye Anayasa’ya mutlaka dokunmuş, Anayasa’yı değiştirmiştir. Fakat gelin görün ki, şimdi Adıyaman Barosu diyor ki, “Hayır, bu değişiklikler yeterli değil, Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var.” Acaba gerçekten durum böyle mi?

-Tabu belirttiğim gibi, 1982 Anayasası’ nın özellikle hak ve özgürlükler alanı sürekli değişikliğe uğradı. Bunlardan biri, 1995 yılında yapılan değişiklik ise en radikali, en genişi; diğeri 2001 yılında yapılan değişiklikler. Her ikisi, gerçekten hepsinin toplamından daha fazladır. Çelişkiler bulunsa da, eksiklikler de olsa içerisinde, önemli adımlardır, bunu tespit etmek lazım. Ancak yapılamayan bir şey var: Eğer hak ve Özgürlükler siyasal rejimin temeli ise, demokratik rejimin altyapısı ise, altyapı belli ölçülerde kurulmuştur, temel atılmıştır. Fakat üstyapı, yani devletin siyasal mekanizmaları ve idari kurumları reforma tâbi tutulamamıştır ya da çok azı tutulmuştur. Mesela, sivil-asker ilişkisi, 118. madde, Milli Güvenlik Kurulu’nun statüsü gibi; fakat kural olarak diğerlerine henüz dokunulamamıştır.

Burada şöyle bir ikilem karşısındayız: Birincisi, “Acaba, biz 1982 Anayasası ‘nın, Cumhuriyetin temel kurumlarına ilişkin maddelerini değiştirsek, dengeyi sağlayamaz mıyız?” Belli ölçülerde sağlayabiliriz; fakat şunu sağlayamayız diye düşünüyorum: Başta belirttiğim gibi, bu Anayasa, olağanüstü ortam ve koşullarda, sanki Türkiye hep öyle yaşayacakmış gibi hazırlanan bir metindir. Bu bakımdan, ne kadar düzeltme yaparsak da Anayasa’nın temel felsefesini, etik temelini, felsefe temelini sağlam bir yapıya dayandırmamış. Bir örnek: 1982 Anayasası’nm 2. maddesinde, 1961 Anayasası’nın aksine, “insan haklarına dayalı” değil, “saygılı devlet” dedik. Şimdi, devletimiz insan haklarma saygılı; ama gelin görün ki 2001 yılında 14. maddede yaptığımız değişiklikle, temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını düzenleyen hükümle, “insan lıaklarına dayanan devlet” kavramı kullanıldı. Demek ki, parlamentomuzda “türev kurucu ” iktidar olarak, devletimizin insan haklarma dayalı olması gerektiği fikri yeğ tutuldu.
Peki soruyorum: 2. maddeyi 14. madde ışığında değiştirmeye kalkışsak, insan haklarma saygılı devleti, insan haklarma dayalı devlet şeklinde değişikliğe tabi tutsak, acaba 4. madde buna engel oluşturur mu? Bilindiği gibi, 4. maddeye göre, 2. maddenin değiştirilmesi mümkün değildir. Anayasal düzeyde ben buna yanıt verip, “mümkündür” diyebilirim, ama iş o kadar basit değil. Benim anayasacı olarak yaklaşımımla, belli bir anda siyasal güçler dengesinin ortaya çıkış biçimi ve baskın gelen anlayış farklı olabilir. Bu bağlamda başka örnekleri de belirtebilirim; bunun gibi çelişkileri sayabilirim. Anayasa’ nın başlangıç kısmı ve diğer birçok maddesi 1982 Anayasası’nın, elden geldiğince yeni anayasa hazırlanıncaya kadar onarılması, özellikle şimdi yapılacak değişikliklerin devletin siyasal kurumları arasındaki dengenin sağlanmasına yönelik olması, ama mutlaka önümüzdeki yıllarda yeni bir Anayasa’nın hazırlanması gerektiği konusunda, zannediyorum bu tür toplantılar, toplumun değişik kesimleri aralarında uzlaşma zemini oluşturmaya etkide bulunabilir. Nitekim, biz de Barolar Birliği’nde meslektaşlarla altı ay tartıştıktan sonra, “Hayır, 1982 Anayasası düzeltilebilir bir metin değil bu nedenle, yeni bir anayasa yapılmalı, hazırlanmalıdır.” düşüncesine vardık ve ondan sonra yeni bir anayasa kaleme aldık.

İki sorum var: Nasıl bir yeni anayasa ve hangi yöntemle? “Nasıl bir anayasa?” sorusuna yamt olarak, Barolar Birliği’nde hazırladığımız anayasa önerisini esas alarak bir iki açıklama ile yetineceğim, ama daha çok yöntem üzerinde duracağım. Barolar Birliği’nde hazırladığımız Anayasa’da şu üç kavramı eksen aldık: Ülke, insan ve devlet kavramları. Ülke; çünkü ülkenin yapısı, değerleri, coğrafya olarak, tabiat olarak, çevre olarak ülkenin niteliği çok önemli; yaşam kaynağı ülkedir. Nihayet insan; çünkü yaşam kaynağı olarak, önce ülke gelir. Sonra devlet; çünkü devlet, belli ülkede yaşayan insan topluluğu tarafından örgütlenen bir siyasal kurumdur. İşte, bu zihniyetle yaklaştığımız zaman, hak ve özgürlükleri de bu doğrultuda formüle etmek mümkün. Mesela, tanınmış olan hak ve özgürlüklerin yanında, yeni gelişmeleri, yeni sorunları gözönüne alarak, insan-çevre, insan-doğa çerçevesinde bir bölüm önerdik, Bundan sonra “Önce ülkemiz, doğasıyla, çevresiyle, ormanıyla iyi korunmalı ki, onun üzerinde yaşayan insanlar, hak ve özgürlüklerini doğa ile uyumlu biçimde kullanabilsinler.” Burada, tabii ki şehircilik ilkelerinden, yerleşme özgürlüğünün sınırlarından planlamaya kadar, gelişme hakkına kadar, kültürel malvarlığının önemine kadar birçok öğeyi koyduk. Hak ve özgürlükleri, insan onuru temelinde inşa etmeye çalıştık.

Devlete gelince, devlet kurumlarını elden geldiğince dengeli bir yapıya kavuşturmaya çalıştık. Bu çerçevede, mesela merkezi otoriteyle yerel yönetimler arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. Biliyorsunuz ülkemiz, aşırı merkeziyetçi bir devlet biçimine sahip. Bütün yetkiler Ankara’da ve yönetimi her zaman kolay olmayan bir devlet. Biz, yerel yönetimlere, Avrupa devletlerinde olduğu gibi, bölge yönetimi halkasını da eklerken, Önerimize bazı meslektaşlarımız, “Bölge yönetimiyle acaba ülke bölünmez mi?” diyerek karşı çıktılar. “Hayır, böyle bir yapılanma, ülkenin bölünmesi anlamına gelmez; değil, bölge yönetimiyle ülke bütünlüğünün daha da pekiştirilmesi, güçlendirimesi de mümkündür.” biçiminde görüş üstün geldi ve nitekim şu anda girmeye çalıştığımız Avrupa Birliği Anayasa önerisinde, Bölge Yönetimleri Komitesi, anayasal kurum olarak kurulmuş oluyor. Onun anlamı, her üye devletin, aynı zamanda idari yapısının yerel yönetimler anlamında bölge yönetimine oturtuyor olması olgusudur.

Demek ki, yeni kurumlar karşısmda kuşkucu olmamak, birincisi bu. ikincisi mesela Avrupa’da, Amerika’da çok gelişen ve ülkemizde sıkça tartışılan bağımsız idari birimlere, özerk ve uzman birimlere sıkça yer verdik: “Hükümetler, bankacılık olsun, iletişim alanı olsun, sermaye piyasası olsun, bu alanları denetleyebilecek uzmanlık performansına sahip değiller; onlar, ülkenin yönetimine yönelik genel kararlar almakla sınırlı kalmalılar.” Bunlara yer verdik, ama şu anda Türkiye’de çok tartışılıyor; çünkü onları çok alelacele kurduk ve onlara fazla yetki tanıyarak bir miktar “derebeylikler” şeklinde örgütledik. Şimdi yapılması gereken, onları dağıtmak yada siyasal iktidarın gölgesine sokmak değil, onları gerçekten uzman ve özerk denetim birimleri statüsüne kavuşturmak, yetkilerini çokça belirlemek ve yine işlem ve eylemleri üzerinde de yargı denetimini ihmal etmemek kaydıyla.

Burada öngörülen, klasik kurumlara girmiyorum, ama yeni bir Anayasa’da şu halde yeni normlar da getirilmeli, yeni kurumlar da öngörülmeli. Yeni Anayasa hazırlanırken, Türkiye’de hazırlanmış olan Anayasa taslaklarını, hepsini gözden geçirmeli, bu güçlü birikimi değerlendirmek gerekir, diye düşünüyorum. Ben, birçok ülkeye anayasa toplantısı için gittim, oraları anayasal çalışmaları inceledim. Bizdeki gibi, hükümet dışı organlardan kaynaklanan yeni resmi olmayan kuruluşların, o denli yoğun anayasa çalışması yaptıkları başka bir ülke görmedim. Bir örnek vermek istiyorum: Geçen hafta, aynı haklardan Azınlıklar Toplantısı’na katılmak için Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’d aydım. “Türkiye’de Yapılan Yeni Reformlar Işığında Ayrımcılığın Önlenmesi” başlıklı bir bildiri hazırlayıp, çoğaltıp masaya koydum. Bir de Barolar Birliği’nde hazırladığımız Anayasa önerisinin İngilizce’sini koydum. Emin olun, benim bildirimden daha çabuk anayasa metni kapışıldı; buna sevindim; uluslararası toplantılarda bu tür sivil kaynaklı çalışmalara yönelik ilgi çok fazla. Zannediyorum, bunları genişletmek gerekir.
Zamanım elverseydi içerik konusu üzerinde durmak isterdim. Şimdi ikinci soruya geliyorum Peki yöntem ne olmalı? Zannediyorum, içerik kadar, belki daha çok yöntem önemli. Kalan birkaç dakika içerisinde şunu söylemeliyim: Denilebilir ki, yöntem bu olmalı Surete, yani bu şekilde sivil mekânlarda bir araya gelip tartışmalı, bu tartışmaları yaymalı; şu ana kadar yazılan metinleri çoğaltmalı, yeniden gözden geçirmeli ve bunları daha geniş kitlelere mal etmeli. Mesela, bizim öneriyi şimdi gözden geçiriyoruz, daha sonra Sayın Bakan’ın da isteği üzerine, Başbakanlık İnsan Haklan Danışma Kurulu’na getireceğiz ve orada da yeniden tartışma yaparak daha bir resmileş-tirip Parlamento’ya intikal ettireceğiz. İşte, bir seçenek bu, ama diğerlerinin de peşinden gelmesi gerekir. Yöntem de ortaya çıkmış oluyor, bunları genişletmek lazım. Yani, Türkiye’de bir toplumsal uzlaşma metnini, Türkiye Cumhuriyetinin temel değerlerine sadık kalmak kaydıyla, demokratik ve özgürlükçü bir Anayasa hazırlama yönünde ciddi olarak adım atılmalıdır.

Şunu söylemek istiyorum: Türkiye Cumhuriyeti’ nin temel değerleriyle evrensel ölçütleri sentezleyici, yani onları birleştiren bir anayasa yapabilecek potansiyele sahip olduğumuzu düşünüyorum. Mesela, bizim çok övdüğümüz 1961 Anayasasının ömrü neden kısa oldu; hazırlık aşamasındaki zaaf yada eksiklik, burada yapılan toplantı temelinde saptanmalıdır kuşkusuz. Belki Demokrat Parti dışlanmasaydı, belki biraz daha az özgürlükçü olsaydı, ömrü daha uzun olurdu. O nedenle, şimdi yapılması gereken, bugünden -yani toplantıyı bir başlangıç olarak alırsak- yarma, gelecek yıla sürekli bu konuyu olgunlaştırıp, metinler ortaya çıkarıp, belli bir aşamaya gelince. TBMM seçimlerini yenilemek suretiyle Anayasa için meclis oluşturmak. Onun hazırladığı anayasayı halkoyuna sunarak, halkın da onayını almak.

Tabi, Parlamento seçimleri ne zaman yapılacak? Şu anki çoğunluğa bağlı, başta AKP’nin takdiri ve CHP’nin oylarına bağlı. Belki Parlamento, “Bir musibet bin nasihate evladır.” ata-sözünden hareketle bu -bağışlayın Sayın Bakan- ciddi bir demokrasi açığı çağı yaratan “seçim rezaleti” bunu da giderecek bir büyüklük gösterebilir, göstermelidir, diye düşünüyorum. Dikkat edin, hepimiz 12 Eylül hukukuna karşıyız, ama yapılan seçimlerin hepsi, yani ki altı seçim de 12 Eylül döneminde hazırlanan Seçim Kanunu’yla yapılmıştır, Türkiye, hiçbir seçimini tartışmasız yapamamıştır.

Şu halde, ben sözlerimi şöyle bitiriyorum: Eğer bu Anayasa tartışmalarım olgunlaştırabilirsek, Parlamento da seçim sistemini demokratikleştirici adımları atabilirse, parlamento çoğunluğu, “Biz yeni bir demokratik seçim yapacağız, bu % 10’luk baraj gibi hiçbir demokratik ülkede olmayan barajı kaldıracağız ya da makul bir sayıya indireceğiz; sizlerin, sivil toplum kesimlerinin hazırladığı Anayasa’yı da yeni parlamentoda, daha demokratik bir parlamentoda tartışmaya, oylamaya açacağız,” derse, o zaman bütün Türkiye kazanır. Ama “tüm Türkiye” derken, örneğin bizim Barolar Birliği taslağına koyduğum bir noktaya dikkat çekmek isterim: Cumhuriyeti herkesin ortak mal varlığı olarak uygulamak, gibi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ya da kültürel çeşitlilik, kültürel plüralizm kavramları çok önemlidir. Biz onu başarabilirsek, Türkiye Cumhuriyeti gerçekten hangi köke, soya mensup olursa olsun, bütün yurttaşlarını demokrasi ve özgürlükler perspektifinde birlikte yaşatacak güce ve potansiyele sahiptir.
İçtenlikle söylüyorum, Avrupa’yı çok yakından tanıyan bir kişi olarak, özellikle Avrupalıların bize bakışı, “Türkler ve Kürtler”biçimindeki bakışı, “Kürtlerin haklan, Türklerin şusu busu…” biçimindeki bakışı, beni son derece rahatsız etmektedir. Biz, ancak birbirimizin dostu olabiliriz, bundan hiç şüphem yok. O nedenle, bizim hazırlayacağımız Anayasa, 1982 Anayasası’nda yer aldığı üzere sürekli, sanki tek bir kavim varmış ve herkes, bütün kavimler o kavim içerisinde eritilmiş anlamına gelebilecek sıfat ve tanımlardan elden geldiğince uzaklaşıp Türkiye Cumhuriyeti kavramını eksen almak gerekir. Cumhuriyet’in kuruluşunda Türkiye Devleti’yle başlandı, hep Türkiye Cumhuriyeti oldu ve vatandaşlığı da bu çerçevede, herkesin özgür olabildiği yönetime eşit olarak katılabildiği daha demokratik bir ülke anayasası diye düşünüyorum.

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*