“ Çevre, hukuk, siyaset ”

- Devamı için tıklayınız -

Çevre, bütün Türkiye; siyaset, Ankara. Ya hukuk? Yapıcıları belli, uygulanmasını engelleyenler de… Ancak, varolup olmadığı belli değil.

“Ülke” de nereden çıktı? Oysa, Ankara yine “iktidar kavgası” ile çalkalanıyor son bir haftadır.

Öyle ya, “Ankara savaşı”, gazetelerde çoğu zaman sekiz sütuna manşet olurken, iktidarın ülkeyi yıkıcı işlem ve eylemleri, bazen 8. sütunda bile yer bulamıyor. Açılım, ıslak imza ve ihbar mektupları, domuz gribi-aşısı derken, kolektif ve kurumsal dinleme iddiaları, Hükümeti “kolektif savunma”ya yöneltti…

‘İKTİDAR İKTİDARI DURDURUR’ (MU?)

Ankara’da, -haberleşme özgürlüğünü ihlâl nedeniyle- dinleme skandalının patlak verdiği gün, Antalya’da bir “çevre çığlığı” yükseliyordu. Dinleme gizli yapılmıştı; Hükümet, önce inkâr yoluna gitti. Mağdurların ya da dinlendiği iddia edilen yargıç ve savcıların tepki vermesi, “ama Başbakan da dinlenmişti…” gerekçesi (!) ile geçiştirilmeye çalışıldı ise de, Yürütme, tepkileri -en azından şimdilik- yumuşatmak için hukuka sarılmayı akıl etti…

Buna karşılık, çevre yıkımı açıktan açığa yapılıyor; üstelik, iktidar mensupları inkâr yoluna da kaçmıyor. Ama burada hukuku devreye sokmak zor; çünkü doğrudan mağdur olan doğanın kendisi. Herkes ve bütün canlılar için “ortak yaşam kaynağı” olsa da, doğa verici hep.

Zaman zaman hırçınlaşması ve can alması, üzerine fazla gidilmesinden. Ne var ki, doğanın intikamı, “Ankara yaylası”ndaki “dokunulmaz”lara henüz ulaşabilmiş değil…

Doğru, “iktidar iktidarı durdurur” diyordu Montesquieu 1750’de. Ama şu saptamayı da ihmal etmiyordu: “her üç iktidarın Sultan’ın uhdesinde birleştiği Türklerde, korkunç bir despotizm hüküm sürer.”

DESPOTİZM KİME KARŞI?

“…Doğal, kültürel ve tarihi varlıklarımız hızla tahrip edilmekte, ormanlarımız, kıyılarımız, tarım arazilerimiz yanlış politikalarla yok edilmektedir… Hem meslek alanımız hem de çevre alanı bilimi ve hukuku yok sayan örneklerle doludur. Özellikle enerji ve madencilik alanında, su ve su hizmetlerinde yaşanan fiili durumlar çevre hukuku ve çevre hakkı kavramlarının uygulanmasının sorgulanmasına neden olmuştur…” (8. Ulusal Çevre Mühendisliği Kongresi, 12/14 kasım-Sonuç Bildirgesi’nden).

Ulusal düzlemde, doğal kaynakları korumaya ve iyileştirmeye yönelik politikaların uygulanması gereği vurgulandıktan başka, “sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı” için yerel yönetimlere düşen görevler de açıklanıyor…

Yasama-yürütme-yargı ekseninde iktidarı dengeleme mekanizmaları üzerinde kafa yoran Montesquieu, konunun bu boyutunu haliyle görememişti. Dahası, J. Locke, “tabiat hali”ni onca betimlediği halde, iktidarı sadece insanlara karşı sınırlama sorunsalı üzerinde yoğunlaşmıştı.

BİREY Mİ, TOPLUM MU?

Liberaller, önce ” birey” dedi; sosyalistler ise, “toplum”.

Bireyi soyut olarak düşünen liberal öğreti, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve iktisadi özgürlükleri yücelten anlayış ve uygulamasıyla, “doğa Katliamı”na seyirci kaldı. İnsanı, içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşullarında göz önüne alan sosyalizm ise, sınıf temelinde toplu mülkiyet ve üretimi hedefledi; ama çevre ve doğayı koruyamadı…Teknolojik ilerlemelerin yanlış kullanımı ve savaşlar, yerküresini harabeye çevirdi…

Belli bir çevrede yaşayan insan anlayışı, siyasal öğretilerin merkezine yerleşemediği için, çevre çağı, “insan hakları ideolojisi” bakış açısıyla siyasal öğretiler üzerinde yeniden düşünme gereğini beraberinde getirdi.

21. yy.ın başında öncelikli görevimiz, siyasal sistemi, “çevre-toplum-birey” ekseninde tasarlayarak, devlet adı verilen siyasal örgütlenmeyi bunun hizmetine yöneltmek olmalı…

BİLİM VE HUKUKA SAYGI

Ne var ki, hangi öğreti inşa edilirse edilsin, eğer uzmanlık ve bilime, bunların hizmetindeki hukuka saygı sağlanamamış ise, sürdürülebilir gelişme ereğinde “yaşanabilir bir ülke”, ütopya olmaktan öteye geçemez.

Zira, Türkiye çevresini yok eden yatırımlarda çevre hukuku kuralları arka plana itildiği gibi, çevre mühendisleri de, bu alanın dışında tutulmaya çalışılıyor. Uzmanlık bilgilerinden yararlanmamak için, sürekli yönetmeliklerle oynanıyor…

Bu nedenlerle, disiplinler arası bir yaklaşım, önkoşul…

Sonra, konuyu, yerel, ulusal ve uluslararası boyutlarıyla ele almak. Böylece, çevreye ilişkin “ulusal politika”ları, yerel ve uluslararası düzenlemeler “kıskacı”na sokmak.

Nihayet, çok disiplinli çalışmaları, gerektiğinde eyleme dönüştürebilmek. Bu konuda, çevre girişim ve örgütleriyle de sıkı işbirliğine gitmek.

Kısacası, bilgilenme, katılım ve hesap sorma süreçlerini bütün olarak ve birlikte işletme, iktidarı “ülke”ye karşı sınırlama arayışında kalkış eşiği olmalı…

Yoruma kapalı.