Türkiye, üç demokratikleşme dalgası sonucu kurulan Avrupa demokrasisi ortak paydalarının neresinde?
1-Kıta’nın kuzey-batısında demokratikleşme dalgasına tanık olunduğu 18. ve 19. yy., Osmanlı devleti için iki sözcükle özetlenebilir: Gerileme ve modernleşme.
Gerileme: 17. ve 18. yy.da Osmanlı devlet sistemindeki çözülme, “kural ve kurumların yerini fiili durumların ve keyfiliğin almasında kendini gösteriyor.” (B. Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Der Y., 1992, s. 14).
Modernleşme: Osmanlı Devletinde ilk ciddi reform girişimi III. Selim’in saltanatına (1789-1807) rastlar. Meclis-i Meşveret, karar alma sürecini kişisellik ve keyfilikten çıkarıp, danışma niteliğinde de olsa kurula geçirmiştir. Tanzimat Fermanı (1839) ve dönemi ise, Devlet’in yasalara göre yönetilmesine ilişkin fikir ve uygulamalarıyla, bir“Osmanlı modernleşmesi” .
Kanun-i Esasi’nin başlıca yeniliği, çift meclisli parlamento organını kurmuş olması (1876).
Görüldüğü gibi, 18. ve 19. yy’da Kuzey-Batı Avrupa’daki devrim ve demokrasi dalgası sırasında Osmanlı’daki gerileme dönemi, reformlar yoluyla aşılmaya çalışılıyor. Bu süreçte, devrim ve demokrasi dalgasının fikir ve kurumları, yüzyıllık bir gecikme ile olsa da, Osmanlı’yı etkilemeye başlıyor.
2-İkinci dalga olarak adlandırılan ve 20. yy. boyunca, Orta ve Güney Avrupa’daki gelişmeler karşısında Türkiye’de ne oldu? 20. yy. Türkiye’si, Avrupa karşısında özgün gelişmelere sahne olduğu gibi, gerisine düştüğü zamanlarda da, paralel çizgiler mevcut oldu: Meşrutiyet, Cumhuriyet ve çok partili dönem.
– 2.Meşrutiyet dönemi, üç önemli yeniliği yansıtır: siyasal partiler, Parlamento’nun hükümet üzerinde siyasal denetim mekanizması ve milli egemenlik kavramının ortaya çıkışı…
– Cumhuriyet ise, dönemin Avrupa’sı ile, “otoriter bir modernleşme yolu” bakımından benzeşme gösterse de, askeri darbeler ve monarşi restorasyonları yönünden tam tersi yönde gelişmeleri yansıtmakta: teokratik bir monarşiden laik bir cumhuriyete geçiş. Hatta, devrimleri de içermesi bakımından, “otoriter modernleşme”nin ötesine geçmiş bulunuyor. Üstelik, savaş dışı kalmayı başarıyor. Demokrasiye geçiş ve uluslararası örgütlere giriş, birbirine paralel süreçte gerçekleşiyor.
-Çok partili dönem, darbeler dönemi olarak adlandırılsa da, şu iki özellik öne çıkıyor: İlki, -kimi sapmalara karşın- kurumsallaşmada süreklilik; ikincisi ise, Avrupa’ya daha çok yakınlaşma.
Süreklilik: 1870’lerden 1970’lere, iktidarın giderek düzenlenmesi, kurumsallaşması ve sınırlanması karşısında hak ve özgürlükler alanının genişlemesi yoluyla “özerk toplum” anlayışının ortaya çıkışı. Avrupa’daki 2. Dünya savaşı sonrası Anayasaları’nın yansıttığı “parlamentocu” ortak paydaya dayalı demokrasi anlayışı ile Türkiye’deki arasında belirgin yakınlaşmalar kaydedildi.
Anayasacılık çizgisindeki bu yakınlaşma, Güney Avrupa ile kırılmalar sonucu olağan rejime geçiş sürecinde farklılaşsa da, kurulan siyasal rejimde buluşma açık: Askeri-otoriter rejimler vesayetinde kalan İspanya, Portekiz ve Yunanistan, 1970’li yıllarda, Kuzey Avrupa’da gelişen “parlamenter model”den esinlenerek “yeni demokrasi”lerini kurdu.
3-Orta ve Doğu Avrupa devletleri ise, 1990’lı yıllar boyunca, komünizm sonrası anayasalarını, büyük ölçüde, Batı Avrupa anayasa mirasına dayandırdı. Üçüncü dalga, Türkiye’yi nasıl etkiledi?
Öncelikle şu belirtilebilir: Türkiye, 1987 Anayasa değişikliği ile, Yunanistan, Portekiz ve İspanya’nın ’70’li yıllarda gerçekleştirdiği “askeri vesayetten kopuş” sürecini on yıl gecikme ile başlattı. Bu süreç, yaklaşık 20 yıl sürdü. Bu, hukuk devleti açısından “onarım dönemi” olarak da görülebilir.
Sonra, Doğu Avrupa ile buluşma ve ayrışma: Parlamenter rejimi benimseyen bu devletlerin hemen hepsi, Avrupa Konseyi’ne üye oldu. Türkiye ile, “gerçekten demokratik rejim” ülküsünde Avrupa insan hakları mekânı ile buluşmuş oldu. Buna karşılık, AB mekânında buluşma bakımından, bunların çoğu, Türkiye’yi sollamış durumda. (Kuşkusuz, bunun siyasal ve hukuki nedenleri üzerinde ayrıca durulabilir).
Sonuç olarak; günümüz Türkiye’si, Avrupa mekanında yoğrulmuş bir toplumsal ve tarihsel mirası yansıtmakta. Bu çerçevede, “demokrasi açığı”nın nereden kaynaklandığı sorunu ayrıca tartışılması gereken bir konu.”