“ Demokratlığın ölçütü, ‘ak’ ya da ‘kara’ olmak mı? ”

- Devamı için tıklayınız -

Tanzimat Fermanı’nın en önemli özelliği, devlet faaliyetleri için “yasallık ilkesi”ni getirmiş olması. Askerlik ve vergi işleri, can ve mal güvenliği, artık “kavanin” yoluyla kurallara bağlanacaktı. 1876’da Kanun-i Esasi yapılacak; 1921 ve 24’te devlet örgütü Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile düzenlenecek; 1946’da çok partili yaşamla, 1961’de ise hukuk devleti ile tanışılacaktı…

Birçok geri tepmelerin ardından tam 40 yıl sonra, 2001 Anayasa değişikliği ile, “özgürlüklerde sınırlama rejimi, yerini güvencelere bıraktı”: kişi özgürlüğü ve güvenliğinde kolluk yerine yargı yetkili kılınıyordu; düşünce yasakları azaltılıyordu; siyasal partiler dahil, örgütlenme özgürlükleri pekiştiriliyordu.

Son olaylar, sanki, 1839’dan bu yana kat edilen yolları bir yana bırakıp yeniden başa döndürdü. Sadece devlet katında değil, toplum yaşamında da böyle: hukuk devletinin ana iskeleti olan erkler ayrılığı, yerini “kurumlar kavgası”na bıraktı; ama asıl gerilim, hukuk ve siyaset arasında. Hukuk, devletten o denli uzaklaştı ki, “başsavcı parti davası açabilir mi, açamaz mı?” tartışması sürerken, kişi özgürlüğü bakımından yasallık ilkesine bile uyulmadığı, bir kez daha gözler önüne serildi.

Başsavcılık, “lâiklik karşıtı eylemlerin odağı” iddiasıyla AKP’nin kapatılması için yaptığı başvuruyu anayasal yetkisi ile gerekçelendirdi. AKP yanlılarına göre, “demokrasi adına” bu mümkün değildi; AKP’ye göre ise, milli irade yani “egemenlik adına”. “Hukuk siyasete müdahale etmemeli” derken, tarihi, 2. Dünya Savaşı’nda durduruyorlardı; AKP de egemenlik anlayışını 19. yy’da. AKP için zaten, yurttaşlardan aldığı yetki, hukukun faaliyetlerini sınırlamasını engelliyordu. Tıpkı, din özgürlüğünün önüne başka bir özgürlük adına herhangi bir sınırlamanın çıkarılamayacağının öne sürülmesi gibi.

Doğru, demokrasi, siyasete geniş bir faaliyet alanı tanıyor, tanımalı. Ama bu, çoğunluğa dilediğini yapma hakkı vermez. Aynı şekilde, din özgürlüğü de çok geniş bir güvenceden yararlanıyor, ama dinsel dışavurumların toplum halinde yaşamda ortaya çıkıyor olması, onun da diğerleri gibi sınırlanabileceği anlamına gelir. Nasıl ki çoğunluğa sahip olmak, hukuktan bağışık olma sonucunu doğurmaz ise; onlarca özgürlük arasında, ereği öte dünyaya yönelik olan din özgürlüğüne ayrıcalık tanınamaz.

Bu saptama ile, iddianameyi şu ya da bu biçimde haklı gösterme arasında herhangi bir bağ yok. Siyaset alanına ve partilere hukukun müdahalesi pek istisnai; kapatma gibi ağır bir yaptırım ise, ancak “demokratik toplum bakımından zorunluluk” durumunda mümkün olmalı. Bunu kim ve nasıl sağlayacak? Yargı organları ve demokratik toplum kavramının kurucu öğeleri olan ölçütleri uygulayarak… İki farklı görüş var: bir, iddianame hazırlanmamalıydı; iki, AKP mutlaka kapatılmalı. Yani, ya “ak”, ya da “kara”.

İddianamedeki gerekçeler, zayıf ya da güçlü; ama Anayasa md. 69 bunun dayanağı. Eğer buna tamamen karşı isek, Anayasa’dan böyle bir yetkiyi çıkarmamız gerekir. 0 zaman, “çoğulculuk” ilkesini ihlal eden, sürekli “hoşgörü”süzlük tohumları eken veya “saydamlık” ilkesini hiçe sayan bir partiye, “demokratik toplum” testi nasıl uygulanacak?

Öte yandan, İ. Selçuk’un bir gece yarısı sonrası evinin polislerce basılarak gözaltına alınmasında, -terörist eylemlere başvuranların bile hukuki güvenceden yararlanması gerektiğini savunduğumuz halde-, yasa bile hiçe sayıldı. Tıpkı üç yıl kadar önce, 100. Yıl Üniversitesi Rektörü Y. Aşkın’ın evi, kendisi Azerbaycan’da iken talan edildiği gibi.

Bırakın 2001 Anayasa değişikliklerini, bazı uygulamalar, bizi “kavanin” öncesine götürmüyor değil. Bir de, tanınmış olmayan yurttaşlara yapılan uygulamaları belleklerinizde canlandırın; partiler açısından, iktidarda olmak ve olmamak arasında onca fark doğduktan sonra…

Kısacası, “hukuk devleti”nin hayli uzağındayız. Peki, ya “hukuk toplumu”nun neresindeyiz? Eğer siyaset ve çoğunluk, demokratlığın tek ölçütü olarak alınırsa, bu bize ak veya kara duruşundan birinde yer sağlayabilir; ancak, haklar toplumunun üyesi olma kimliğinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirir. Sözün özü, lâiklik-demokratlık karşıtlığı, insan haklarını zedeliyor. İddianamenin arka planında mutlaka “darbe” aramak ile, AKP’nin attığı her adımı “şeriat”ın ayak sesi olarak algılamak arasında ne fark var? Biri “demokratlık”, öteki “lâiklik” adına. Bu zıtlaşmada, olan haklar toplumuna oluyor. Unutmamalı ki, demokrasi ve lâiklik, insan haklarının sadece birer aracı. Amaç göz ardı edildiğinde, araçlar, olsa olsa bizde olduğu gibi birbiriyle çatıştırmak için kullanılır. Eğer demokratlık ve lâiklik bu ise, ben bunlardan değilim…

Yoruma kapalı.