Hangi soykırım?

Hangi soykırım?

” İstanbul’dan gelen koca profesör, Ermeni soykırımı için, ‘bu bir ayrıntıdır’ diyor”. Bir meslektaş, öğrencilerine, amfide, bu şekilde çarpıtıcı bir beyanda bulunduğu zaman, inkâr yasağı öngören bir yasa olmasa da, “cadı kazanı” kurulmuş demektir (2004, Limoges). Gelelim yasaya:

“1915 Ermeni soykırımını tanıma” yasasının (29.oı.’oı) yapım tekniğine aykırı olduğu ve yerindesizliği, Fransa hukukçularınca da kabul ediliyordu. 13 Ekim’de Ulusal Meclis’te oylanan yasa önerisi, ikinci bir madde ile ilk yasayı tamamlıyor: 1915 Ermeni soykırımının varlığını, basın yasasının 23. maddesinde belirtilen araçlarla inkâr edenler, aynı yasanın 24. maddesine göre cezalandırılır. Bu madde ise, 8.8.1945 tarihli “Uluslararası Askeri Mahkeme Statüsü’nün 6. maddesinin tanımlamış olduğu şekliyle insanlığa karşı suçların varlığını yadsıyanlar … cezalandırılacaktır” diyor. 6. maddenin c paragrafı ise, “insanlığa karşı suçlar”ı geniş bir yelpazeye yayıyor. Fakat bu maddede “soykırım”, sözcük olarak geçmiyor.

12.01.1951’de yürürlüğe giren, BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi (9.12.1948) ise, geniş bir soykırım tanımı yapıyor (m.2).

Kısacası, Meclis’in oyladığı metin, yasa yapma ve hukuk tekniği bakımından boşluk ve zorlamalar yönüyle sakat. Hatta, Ermenilerle yakın bağlarına karşın, Fransa’nın bu konuda düzenleme yapması, yetki açısından da tartışma götürür. Yine, böyle bir yasanın “kamu yararı” ereği ciddi bir biçimde sorgulanabilir.

Bu olumsuzluklar ışığında, ifade özgürlüğünü yaptırıma bağlayan bu düzenlemenin, Avrupa yaptırım testinden geçirilmesi önerilmektedir. Bu mümkün, gerekli de. Ancak, bu yolu denerken ihtiyatlı olmalı, iki nedenle: “insanlığa karşı bir suçu inkâr”ın, “tarihsel bir gerçeği çarpıtma” (revizyonizm) anlamında yorumlanma ihtimali yok değil. Öte yandan, Soykırım Sözleşmesi’ni hazırlayan organ olarak, BM yolunu şu ya da bu şekilde açma zemini de oluşabilir.

Peki ne yapmalı? Eğer konu tartışma platformuna çekilebilirse, “aynaya bakma” yolu açılabilir. Araştırma ve bilim özgürlüğünün hedefi belli: “Tarihi özgürleştirmek” (E. Aydın, Cumhuriyet Hafta sonu, 2i.ıo.’o6). Aksi halde, tarihi “yasa ile noktalayan” (Fr.) ve “korku ile bastıran” (Tr.) yaklaşımlar arasındaki çelişki aşılamaz.

Özgürlük tezi, uluslararası hukuk yollarının işletilmesi için de önemli. Çünkü orada, kanaatler değil, belgeler ve olgular esas alınır. Bu nedenle, tarafların görmek istediğini değil, “olanı ortaya koyma”ya çaba göstermeli. Ancak böyle bir çaba, “günah çizelgesi”ni uzatırsa, geriye, bu topraklarda yaşanan acıların paylaşımı kalıyor. Böyle bir paylaşım, günahlar hanesinde payı bulunan başka bir ülkenin “yasaklayıcı bir yasayla dolaşması”na seyirci kalmaya yeğ tutulmalı. Osmanlı’yı olumsuz miras olarak görmemiz, “acıyı paylaşma”mızı; Lozan Antlaşması ise, “korkudan arınma”mızı kolaylaştırabilir. Bu tanıma yolu, dışa karşı da etkili bir silah olarak kullanılabilir.

“Tartışma ve araştırma özgürlüğü” tezinde inandırıcılık, bu bağlamda “mutfağı temizle-mek”le doğru orantılı. Zira, 2006 Türkiye’sinde sanık sandalyesine oturmak için, ifade özgürlüğünün sınırlarını zorlamak değil, farklı düşünce ve görüşte olmak yeterli. Ön sorun şu: Ermeni sorununa varmadan, ülke sorunlarını ne ölçüde tartışabiliyoruz? Eğer perdeyi kaldırabilirsek, özeleştiri yetisi ve nesnel yaklaşım yeteneği üzerine inandırıcı olabiliriz.

Gösterilen tepkiye gelince; “Öl, söz verme; öl, sözünden dönme!” sözü uyarınca, ya yapamayacağınızı söylemeyeceksiniz ya da söylediğinizi yapacaksınız. Yoksa, gülünç duruma düşürürsünüz kendinizi, tıpkı şimdi olduğu gibi. Şu örnek ise hepsine bedel: Başbakanlıktan mütercimli bir heyet, iki ay kadar önce, Fransa İnsan Hakları Ulusal Danışma Komis-yonu’na gidiyor. “Biz de aynen sizinki gibi bir insan hakları birimi oluşturacağız, tüzüğünüzü aynen uygulamaya koyacak şekilde” diyor. Kendilerine mevcudu ima ediliyor; ama hiç oralı olunmuyor. Kısacası, canına kıyılan Ku-rul’un Ankara’da cenaze namazı kılınmadan, benzeri için Paris’ten vaftiz isteniyor…

Ankara eğer, 2005 gerçeğini 1 yıl sonra Paris kapısında “inkâr”a kalkışırsa, 1915 olaylarını 91 yıl sonra anlatmada nasıl inandırıcı olabilir? Kuşkusuz, Türkiye Ankara’dan ibaret değil, Fransa da Paris’ten…

Ne var ki, birinde henüz kimse hapse konmamış, öbüründe ise yasa yürürlüğe girmemiş olsa da, aynı görüşü paylaşmayanlar için, sanık sandalyeleri eksilmeyeceğe; “cadı kazanları” ise artacağa benziyor. Bu durumda, 1915’te-ki olaylara bakıştaki tezattık, yerini “düşünce soykırımı” (!) ortak paydasına bırakmıyor mu? Hatta, bazen mağdurları bile aynı değil mi?

Yoruma kapalı.