“Ergenekon davası” karşısında sanki iki taraf var: birine göre, darbe girişimi ve bununla doğrudan veya dolaylı ilişkili her türlü bağlantı üzerine ne pahasına olursa olsun gidilmeli. Bu o denli önemli bir hedef ki, “hukukun genel ilkeleri” bile askıya alınabilir; yeter ki, hukuk dışı her oluşum gün ışığına çıkarılabilsin.
Diğer tarafa göre, Ergenekon, muhalifleri yıldırmak, sindirmek ve susturmak için Hükümetçe kurulan bir tezgah; yargı siyasetin aracı haline getirildi.
YETERİNCE DENEYİM VAR
Sabahattin Ali’den günümüze faili meçhul (!) cinayetler zinciri, bir tür kurumsallaşma görüntüsünde. Öyle ki, “failler belli”, demek de mümkün. Susurluk(Kasım 1996), hem bir trafik kazası, hem de belirtilen zincirin “yol kazası” oldu. Ama bu kazanın sonuçları, devlet eliyle ve perdeleme yoluyla “tamir” edildi.
Şimdi yine o kazanın her iki anlamında “gazisi” konumunda olan kişi, Ergenekon davasının ağırlık merkezi haline geldi. Bu gelişmeyi davada bir dönüm noktası olarak görenler çoğunlukta.
Davada dönüm noktası kuşkusuz. Ama hangi anlamda olacağı henüz belli değil: aydınlatma yönünde mi olacak, tersi yönde mi?
Unutmayalım ki, hafıza kaybı nedeniyle CB affı ile özgür kalan İ. Şahin’e Hükümet, “ekip koruması” tahsis etmişti…
DAVA SÜRECİ İSE…
Devletin derin kısmındaki deneyim gözlenebiliyor. Ne var ki, davanın, “derin devleti” ortaya çıkarma hedefine oturduğu varsayımında, bunu yürütme biçimi, ciddi soruları beraberinde getirmiyor değil. Şu nedenlerle:
-Kişi güvenliği ve özgürlüğünü güvenceleyen ilkelerin sıkça ihlali.
-Özel yaşam ve düşünce özgürlüğü alanına sürekli müdahale.
-Müdahalenin, sorgulama sırasında da sürdürülmesi.
-Süreçte, yargı mensuplarından çok kolluk güçlerinin görünür bir yere sahip ve yetki alanları dışında görev üstlenmiş olması.
-Adil yargılanma gereklerine uyulmaması.(…)
GÖRÜNEN VE GÖRÜNMEYEN
Ergenekon davası, o denli medyatik ve politik hale getirildi ki, görünmeyen kısımları ortaya koyma beklentisi bir yana, görünenler bile sorgulanmaya başlandı.
Görünenlerde, eyleme ilişkin olanlar dehşet verici olsa da, fikre ilişkin olanlar ağırlıkta.
Şiddet eylemi, bu yöndeki hazırlıklar, şiddete övgü veya çağrı ile muhalif-aykırı ve rahatsız edici görüş sahipleri arasındaki ayrım çizgileri çok önemli. İşte bunlar, davada başından beri içiçe geçen veya geçirilen alanlar, bilerek veya bilmeyerek…
SUÇLULAR PAHALIYA MAL OLABİLİR…
Hükümete ve islami akımlara karşıt ve “rahatsız-şoke edici” görüşleri nedeniyle haksız işleme tabi tutulanlar bir yana, eylemleri nedeniyle suçlu görülenlerin dahi hukuki güvencelerden yararlandırılmaması, şu sonuçlara yol açabilir:
-sanık haklarının ihlali,
– Türkiye’nin İHAM tarafından mahküm edilmesi,
-hak etmedikleri halde bazı kişilerin kahramanlaştırılması.
Kıbrıs’ı bir yana bırakalım. Güneydoğu’da, Ağustos 1984’te başlayan saldırı ve savaş, devleti bölünmez bütünlükten ne ölçüde kurtardı? Bilemeyiz ama, bütün ülkeyi mezarlığa çevirdiği açık. Hayatta kalanlar ise, İHAM’ın belirlediği tazminatı ödemeye devam ediyor.
Ya “Kurşun atan da, yiyen de bir” gibi “vatanperver”(!), söylemlerle, ülke geneline yayılan pislikleri meşrulaştırmaya çalışan “tuzu kuru” tayfası?
AMAÇ HUKUK DEVLETİ İSE…
Haklar toplumu, hukuk devletinin hem özü, hem de hedefi. Devlet bunun sadece aracı; hukuk devleti de öyle. Araç olma işlevi, ancak “hukuk kalıbında yoğrulan bir siyasal mekanizma” ile yerine getirilebilir.
Öyle ki, burada devlet örgütlenmesi ile hukuki yapılanma içiçe. Bu açıdan; kolluk güçlerinin teşkilat ve işleyişi tarzı, sadece hukuk devletinin değil, bir siyasal örgütlenmeyi devlet olarak niteleyebilme ölçüsü. Zira, devletin çeteleşmesinde düğüm yeri burası.
Susurluk, bunu bütün çıplaklığı ile ortaya koymuştu. Ya sonrası?
Devleti çeteden arındırmak bir yana, farklı kriterler temelinde yandaş kolluk oluşturma faaliyeti hiç eksik olmadı. Bunun sıkıntıları, önümüzdeki yıllarda yeni çatışmaları beraberinde getirebilir…
İZLENEN YÖNTEM VE ANA HEDEF
Bu nedenle, hukuk devletini kurmak, bu topraklarda ancak uzun soluklu ve buna inançlı bir siyasal hareketin desteğiyle mümkün.
Ya Ergenekon? Hukukun üstünlüğüne ilişkin ilkeler çerçevesinde yürütülebilirse, belki derin devlet-çeteleşme perdesini aralayabilir.
Yasama ve yürütme organları, bunun gerekleri doğrultusunda – adli kolluğun kurulması, yargıyı bağımsızlaştırıcı, vb.- reform girişiminde bulunmaz ise, dava Hükümeti kurtarabilir belki, ama devleti değil…
Unutmamak gerekir ki, demokrasinin ilk koşulu, ülkeyi seçilenlerin yönetmesi. Ama bir kayıtla: hukuka, en azından yönetilenler kadar saygı göstermeleri. Aksi halde, haklar toplumu bir yana, güvenliğin sağlandığı bir toplumsal düzen bile sağlanamaz.