“ İki adalet: Hangisi güçlü? ”

- Devamı için tıklayınız -

Ezan sesleri Sultanahmet semalarını doldurunca, bir anda sunucu bizi susturuyor. Brüksel’e dönerek, “ezan sesleri” diyor. Amaç, RTL-Bel canlı radyo yayını yoluyla, Türkiye ve İstanbul’u, Avrupalılara tanıtmak (30.03.’07). Böylece bir akşam vakti İstanbul’unda, yüzlerce minareden yükselen ezan sesleri kıtanın öte yakasından da duyulmuş oldu.

Bizde, “insan değil, devlet lâik olur” görüşü, öteden beri savunulur. Ne var ki, uygulamada lâikliğin geçerliliği devlet açısından bile sorunlu. Bunun başında da anayasal bir kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) gelmekte.

Bir yandan ezan sesini Brüksel’e duyurabili-yoruz; ama öte yandan, adaleti Strasbourg’dan bekliyoruz; hatta, din özgürlüğüne ilişkin adaleti de. Yüzlerce İHAM kararı, bunun kanıtı değil mi? Gerçi, bu anlaşılmaz bir durum değil; özellikle, “ikiadalef’e bakış açımız dikkate alınırsa. Nasıl olmasın?

Önce, 2007 bütçesine bakalım: Adalet Bakanlığı bütçesi, sadece 2.024 milyon YTL iken; DİB’in bütçesi 1.638 milyon YTL’dir. (Oysa, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı’nın bütçeleri toplamı, sadece 1.499 milyon YTL). Adalet Bakanlığı bütçesinin sayı olarak DİB’in-kinden 386 milyon YTL fazla olması, aslında hizmet kitlesi gözönüne alındığında, azalmakta. Şöyle ki, Adalet Bakanlığı bütün yurttaşlara adalet hizmeti götürmek zorunda. DİB’e gelince, gayrimüslimleri ve Alevileri, ayrıca din dışında kalmayı yeğleyen veya dine ilgisiz kalan milyonlarca yurttaşı düşelim. Böylece, kendilerine hizmet götürülenler açısından DİB bütçesi, Adalet Bakanlığı bütçesini ikiye katlar. Mevcut hâkim ve savcı sayısı (2007 başı itibariyle 9441), sadece DİB’e yenilerde tahsis edilen 10.000 imam kadar bile değil. Buna karşılık, örneğin adaletin insan kaynağı olan hukuk fakültelerinin önemli anabilim dallarında bir araştırma görevlisi kadrosu için bile 5 yıl beklemek gerekiyor.

Karşılaştırma halkası genişletilebilir. “Bugün ülkemizde 77 bin cami, ama 67 bin okul var. Doktorların sayısı, din görevlilerinin sayısından daha az. Önümüzdeki bir-ikiyıl içerisinde yapılması planlanan sağlık kuruluşu 40 civarında iken, inşaatı sürmekte olan 1340 cami vardır. Ülkemizde sadece 1435 kütüphaneye karşı, devlete bağlı 3.850 kuran kursu vardır”. (O. Müftüoğlu, “Din, Toplum, Siyaset (2)”, Bir-Gün, 17.12/07).

Nitelikli ve sağlıklı insanı bu dünyada mı, yoksa öte dünyada mı; toplumsal adaleti bu dünya mı, yoksa öte dünya için mi istiyoruz? “Öte”sini bilmiyoruz. Ama, buradaki belli.

Bu yapılanma tarzı ile, din olgusunu algılama biçimi arasında doğrudan bir bağ yok mu? Din, devlet (iktidar) mekânında mı yer alır, yoksa toplum (özgürlük) mekânında mı?

Gerçi, özgürlüklerin kullanımı mekânlara göre değişir: en genişi özel (özerk), en sınırlı olanı ise devlet (yetki) mekânı. Toplumsal-sosyal (bu anlamda kamusal) alan ise, özgürlüklerin gelişme mekânı.

Lâik devlet, insan haklarına dayanan devlet; lâiklik ise, sürekli bir demokratikleşme yöntemi. Lâiklik ve sekülarizmin ortak paydası, hukuku oluştururken dinsel norm ve kaygıları değil, toplumsal gereksinimleri esas almak. Bunun da özü, düşünce ve ifade özgürlüğü.

Doğası gereği toplumsal mekânda yer alan din, neden sürekli iktidar mekânına kaydırılır? İkilem şu: hukukî düzenlemelerde belirleyici etken dinsel buyruklar mı, yoksa özgürlük ilkeleri mi? Hukuk düzeninin güvencesi altında serbestçe bağlanılan din, ancak diğer özgürlüklerle birlikte anlam ifade eder. Din olgusu da, özgürlükler düzeninde kayıtlama öğeleriy-le birlikte yer alır. Ankara mitingi, dinin devlet alanından çıkarılarak toplumsallaştırılması açısından önemli. Aksi halde, din özgürlüğü için de Avrupa’dan imdat isteriz; tıpkı türban ve parti kapatma davalarında olduğu gibi…

Gerçi lâik devlete, “lâik toplum” denk düşer. Bu açıdan, “demokratik toplum”, haklar toplumunun ta kendisi. Toplumsal sorunların çözümünde insan onuru, düşüncesi ve eşitliğini esas alan, insan haklarını tanıyan, saygı duyan ve ihlâl etmeyen bir toplum. Siyaset ise, böyle bir toplumun hizmetindeki bir üstyapı kurumu. Devlet lâik değilse, bunlar birer varsayım olmaktan öteye geçemez.

Avrupa’ya verilen dinsel mesaj ile (ezan), Avrupa’nın din özgürlüğünü kurtarıcı rolü (İHAM kararları) arasında doğru bir orantı mı, yoksa bir tezat mı var? Hazin olan şu: İHAM Türkiye’yi “Avrupa kamu düzeni” ihlâlden mahkûm ediyor; yurttaşı ise, ancak bu yolla özgürlüğünü kullanabiliyor. Örneğin, zorunlu din dersleri de, bu çelişkili sürecin halkasında yer almıyor mu?

Yoruma kapalı.