“ İki Temmuz: Ya hep, ya hiç ”

- Devamı için tıklayınız -

Temmuzun son haftası… Doğal ısınma biraz azaldı ülke genelinde; ama siyasal ve toplumsal ortam, cadı kazanı gibi kaynıyor.

Bu ters orantı ile, siyasal yapıda bir yıl arayla beliren iki uç arasında paralellik de kurulabilir. Şöyle: Temmuz 2007’de AKP’nin gündeminde “hepsini kazanmak” vardı; bu kez, “kendini kurtarmak”.

“Hepsi”, anayasal fren ve denge mekanizmalarını tek partinin yönetim ve denetimine sokmayı ifade ediyordu; hem de olağan bir şekilde değil, “nitelikli” olarak. Cumhurbaşkanı “senden olmasın” diyen yoktu; ama o, benden olması yetmez, nitelikli, yani “dindar” olmalı, diyordu. Temmuz 2007 sonunda YSK, zaferini resmen ilan ederken, AKP bunu, “her şeyi kazanma” senedi olarak algıladı…

“Hiç”, AYM’nin vereceği karar olasılıklarından birinin sonucu. AKP’nin, kapanmamak için verdiği uğraş, kendini kurtarma telaşından başkası değil…

Oysa, sahip olduğu siyasal çoğunlukla 6 yıldır yasama erkini ve yürütme organını elinde tutan bir siyasal partinin yargılanması, sonucu ne olursa olsun başlı başına bir olay ve ağır bir yaptırım değil mi?

Milliyet’te Devrim Sevimay’la yaptığım söyleşiden (28.07.08) hareketle Sayın Taha Akyol, aynı gazetede dünkü yazısında, “arzularımı” şöyle keşfetmiş: (“AKP laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmuştur” diye mahkûm eden, ama yaptırım olarak partiyi kapatmayan, sadece “Hazine yardımını kesen” bir karar) istiyormuşum!

Oysa, eğer “odak hali” saptanır ise, zaten AYM’nin seçeneği yok ki kapatma dışında. Buna karşılık, Anayasa’ya aykırı eylem ve işlemi saptandığı halde, bunlar odak nitelemesi için yeterli değilse, AYM, buna uygun diğer yaptırımla yetinmek durumunda.

Seçenekler ile arzuların karıştırılmasıyla başlayınca iş, “vesayetçi” ve “liberal” yorum gibi şablonları kullanmaya varabiliyor. Ama bunlar, ayrı bir yazının konusu…

•••

Yine temmuzun son haftasına, Ergenekon davası ile hemen hemen bu toprakların demokrasi tarihiyle örtüşen darbeler (ve davalar), çeteler yanı sıra, Güngören’de terörist saldırı sonucu toplu katliam vurdu damgasını…

Mesela, “darbe ve dava” sözcükleri yan yana gelince, “darbecilerin yargılanması” akla gelmeli hemen. Ama bizde tam tersine, darbecilerin, -darbe gerekçesi olarak- yüzbinlerce kişiyi (yani halkı) yargılatması veya doğrudan infaz etmesi söz konusu.

Şimdilerde ise, “darbe müteşebbisleri” muhakeme edilecek. Girişimcilerin bir kısmı silahlı kuvvetlerin uzantısı olsa da, çoğu silâhsız. Oysa biliniyor ki, darbe Ordu tarafından ve elindeki silâhtan güç alarak gerçekleştirilir. Bu durumda darbe girişimi ortaya çıkarılmaz, çünkü yapar; yargılanmaz, çünkü yargılar. Sonradan yargılanmamaları ise, kendilerini güvence altına almak amacıyla koydukları kurallar sayesinde değil; belki de, daha çok anayasal organların ve toplum üyelerinin çoğunun, darbeyi meşrulaştırmış olmasından.

Yargı ise, olsa olsa, teşebbüs halindeki suçla ilgilenir, Ergenekon davasında olduğu gibi. Bu silahlı bir çete örgütü mü, darbe girişimi örgütü mü, yoksa bir “derin devlet” mi? Böyle ise, bunun anayasal devletle örüntüleri neler? Bir örnek: 1977 Taksim bir Mayıs katliamı “derin devlet”e mal edildi. Ya 2008 bir Mayıs şiddetinin faturası kime çıkarılacak?

•••

Güngören katliamına gelince; insan yaşamının bu denli değersiz olduğu bu topraklarda, lanetlemek yetmez, topluca üzerine gitmek gerekir. “Özgürlük ve şiddet”, yan yana gelemez. İnsanların yok edilmesi ise, hiçbir toplumsal ve siyasal amaçla haklı gösterilemez. Toplu güvenliği sağlama hedefinde şiddetin her türlüsüne karşı koyacak siyasal ve toplumsal ortak bir iradenin ortaya çıkarılması gereği açık.

Öte yandan, şiddeti bastırmakla fikri savunmak arasında doğru bir orantı kurulabilir. Unutmayalım ki,yine bu topraklarda düşünceyi bastırmak için şiddet kullanılıyor. Küfür, sövme ve hakaret, bunun lojistik desteği olabiliyor. Yargı mensupları bile bunu sahiplenebiliyor. Bu çerçevede sorun, sistemin şiddeti bastırmaya mı, yoksa fikri bastırmaya mı daha elverişli olduğu noktasında düğümleniyor…

•••

“Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu” davası, değinilen çelişkilere ayna tutmuyor değil. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Rapor’u akladı gerçi. Hatta gerekçesi, düşünce özgürlüğü ve insan haklarının ilerletilmesine, yurttaşlık anlayışının genişletilmesine katkı sağlayabilir. Ne var ki, bu olumlu sonuç, “sövücü, küfürcü, yırtıcı ve kan akıtıcı, vs.” paşa, bakan ve milletvekili eskileri ile sendikacı ve gazeteci güruhunun yaptıkları, söyledikleri ve yazdıklarını göz ardı ettirmemeli. Daha önemlisi, onları aklayan yargı kararlarını ve arkasındaki zihniyeti… Kan ve ölüm çığlıkları atan ırkçı bozuntuların “ifade özgürlüğü öznesi” statüsüne konduğu bir ülkede, mütevazı da olsa her olumlu adım, yaşananları aşma yolunda birikim olarak görülebilir…

Yoruma kapalı.