“ İnsan hakları: Ortak paydalar için ”

- Devamı için tıklayınız -

Türkiye, geçen ay AB Komisyonu’nun açıkladığı İlerleme Raporu ile İnsan Haklarına Avrupa’dan tutulan aynaya bakmaktan kaçındı; daha doğrusu, kendisine çeki düzen verme yerine, aynaya kızdı. ıo Aralık ile başlayan geçen haftayı ise, İnsan Hakları haftası olarak kutladık(l). Resmi söylem, aslında geçen ay kendisine tutulan aynaya rövanş olarak, “ayna imalâtçısı”nı suçlamaya dönüştü. Başbakan Yrd. Cemil Çiçek ve Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın AB ülkelerine yönelik açıklamaları, halen belleklerde…

AB İlerleme Raporu, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları yönlerinden Türkiye’nin ve özellikle resmi makamların son bir yıllık fotoğrafını çekerek, saptamalarda bulunuyor:’ hiç ilerleme olmadı, sorunlar devam ediyor, bazı ilerlemeler var’ şeklindeki ifadeler, insan hakları karnesi sayılabilir. Beş üzerinden; dört ve üzeri yok, üç seyrek, iki ve bir daha fazla, sıfır ise kabarık sayıda.

Bu karneyi hak ediyor muyuz? Türkiye’nin birikimi açısından, kuşkusuz daha ileri aşamada olmamız gerekirdi. Fakat mevcut durum ışığında, Brüksel’de doldurulan gerçekçi karnenin, Hükümeti kollayıcı bir yaklaşımı yansıtmadığı da söylenemez. Örneğin, Cum-hurbaşkanı’nın Ombudsmanlık Yasasına karşı Anayasa Mahkemesi’ne başvurduğu vurgulanırken, “(sivil toplum örgütleri, uzmanlar ve bakanlıkların temsilcilerinden oluşan, Başbakanlığa bağlı çalışan) İnsan Hakları Danışma Kurulu, Ekim ‘te azınlık haklarıyla ilgili bir raporun yayınlanmasından bu yana işlemiyor.”deniyor. Hükümet’in işletmeyerek Kurul’u askıya aldığı çok iyi bilindiği halde, bu yönü ve daha birçok olumsuzluk geçiştiriliyor…

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (İHEB) temel taşlarını oluşturan haklar ve değerler ile ülkemiz gündemi arasındaki çelişki, geçen hafta bir kez daha su yüzüne çıktı. Yaşam hakkı, kişi güvenliği ve ifade özgürlüğü bakımından, ihlâller ağırlıkta. İnsan hakları konusunda resmi söylem ve uygulamalar arasında paralellik yok değildi. İH savunucularının etkinlikleri ise, her zamanki gibi cılız yansıdı…

Aslında ülkemiz, İHEB’i başından beri Avrupa Sözleşmesi’ne göre daha çok sahiplendi ve içselleştirmeye çalıştı. Ne var ki, hak ve özgürlüklere saygıdan çok ihlâller daha yaygın. Oysa Avrupa, Konseyi ve Birliği ile, ulusal ölçekte insan hakları için güçlü bir kaldıraç işlevi görebilirdi; çünkü, Konsey ile başından beri kurumsal bir bütünleşme içindeyiz. Ama, İHEB’e bağlılık söylemi bile eğreti kaldı hep.

Acaba asgari bir insan hakları eşiği veya ortak paydası oluşturulamaz mı bu topraklarda? “Bu kadarı da fazla, olmamalı” denebilecek temel bir insan hakları duyarlılığı yaratılamaz mı? Derin toplumsal eşitsizliklere ve kırılmalara rağmen birbirimizi dinleme ve anlamaya çalışma yetimizi öne çıkaramaz mıyız? Kuşkusuz, tıpkı İHEB’in yaptığı gibi, insan hakları bir bütün olarak ve birbirinden ayrılmaz değerler sistemi şeklinde anlaşılmalı. Bu nedenle, bu değerler sistemi ile çatışan yaklaşımlar aşılmadıkça ortak paydada buluşmak kolay olmasa gerek. “Din ve soy” vurgusu, bu engellerin başında yer alır.

Birincisine örnek: “Kuran’da başörtüsü yok” diyen ve “mikrofaşizm”den söz eden Doç. Dr. Şahin Filiz’e reva görülen işlemler, insan hakları haftasında ayyuka çıkmadı mı? Aynı şekilde, yeni Başkan henüz YÖK eşiğine adım atmadan türban söylemini görevinin besmelesi olarak Türkiye’ye duyurmadı mı? Türklüğe indirgenen soy anlayışına gelince; zaten bu insan hakları haftasında bile gündemden düşmedi ki. Böylece soy, diğerleri üzerinde hâkimiyet gücü ve ayrışmayı derin-leştirici bir araç olarak kullanılmıyor mu? Soy bağı yoluyla kurulmak istenen hâkimiyetin yurttaşlık bilinci ile aşılabileceğini savunmanın bedeli ise, görülmekte olan davalarla ödenmiyor mu?

Türbanın ancak bireysel tercih olarak değerlendirilebileceğini, aslında dinin kendisinin özgürleşmesi gerektiğini savunan ilâhiyatçı meslektaş, fikir özgürlüğünden yararlanabilecek mi? Yoksa, bu özgürlüğünü kullanmanın bedelini ödemesi mi istenecek? İran’da, Pakistan’da veya Afganistan’da çıkarılan ölüm fermanlarında olduğu gibi.

Kimileri, “Türk olunmaz, Türk donulur”, kimileri ise, “Her çocuk İslam dini üzere doğar, sonradan derişir” der. Belki de bundandır, henüz yeni doğmuş el kadar bebeğin cüzdanına “İslâm” yazarız! Peki çözüm nedir? Ne Türklüğü tek kimlik olarak benimseme anlayışı, ne de örneğin RP’nin geçmiş dönemdeki “Güneydoğu sorunu ancak İslam ile çözülür” önerisi değil, yurttaşlık kimliğinin her tür etnik, dinsel vb farklılığı kucaklayan eşitlik ve lâiklik ekseninde derinleştirilmesidir.

Sadece insan değil, hayvan haklarını da düşündüğümüz nice bayramlara…

Yoruma kapalı.