İnsan haklarında üç derin kırılma…
(İman, para, iktidar…)
Bütün İnsan Hakları bölünmezdir, karşılıklı bağımlıdır ve ilişkiseldir. Hukukî düzenleme yoluyla oluşturulan farklı hak ve özgürlük kategorileri, bölünmez bütünlük ilkesini zedelemez. Çünkü, sınırlama nedenleri ve dereceleri yönünden farklılaşma olsa da, hepsi için ortak ve asgari güvence ölçütleri vardır.
Sınırlama konusunda, bir başka farklılaşma, olağan-olağanüstü dönemler ayrımından gelir. Mesela, anayasal düzenimizde, hak ve özgürlükleri “durdurmak”, ancak olağandışı yönetimlerde mümkün(m.15). Buna karşılık, md. 13’e göre, anayasal hak ve özgürlükler, sadece sınırlanabilir şu üç kayıt altında: özüne dokunmamak, ölçülü olmak ve demokratik toplum düzeni gereklerine aykırı olmamak.
Anayasa’nın ilgili maddelerinde artı güvenceler tanınabilir; sınırlamalar ise, zorlaştırılabilir. Mesela, bilim ve sanat özgürlüğü, bunların başında gelir. “Acaip”, ama tek sınır, Anayasa’nın değiştirilemez maddelerine aykırı olarak kullanmaktır (m.27). Kars’taki “İnsanlık Anıtı”nın yıkılması yolunda harcanan çaba, bu hatırlatmayı gerekli kıldı. Velev ki, “ucube” olsun, bu bile “acaip” bir anayasal düzenlemenin koruması altında.
Bu nedenle sorun daha çok, hukuk politikası veya İnsan Hakları anlayışı düzleminde ele alınmalı. Sanatsal yaratma özgürlüğüne karşı tavır, ancak şu genel ve üçlü sorgulama çerçevesinde açıklanabilir:
– Dünyevî olan mı, inanç alanı mı?
– Siyasal mücadele mi, fikir özgürlüğü mü?
– Yaşam hakkı mı, girişim özgürlüğü mü?
1) İnsan Hakları, dünyevîdir: Tıpkı anayasa gibi İnsan Hakları da, toplum halinde yaşayan insanların hak ve özgürlüklerini güvenceler. İnanç alanı da, toplumsal yaşayış gereklerine uygun olarak bu ilkeden yararlanır. Son yıllar Türkiyesinde bu öncelik, tersine çevrilmeye çalışılıyor: giyim kuşamda (türban), kişilerin yaşam tarzında (içki) ve belli özgürlük kategorilerinde (heykel), -kamu düzeni gibi- toplumsal yaşamın gereklerinden çok dinsel inanç referansları öne çıkarılmakta. Nitekim, ilgili yasalara uygun olarak inşa edilen “İnsanlık Anıtı”, Anayasa gereği değil, “…hazretleri mezarı” nedeniyle yıkılmak isteniyor.
2) Fikir özgürlüğü, siyaset üstüdür: Düşünceleri ifade özgürlüğü, demokratik bir toplumda en geniş korumadan politika karşısında yararlanır. Ne var ki, son yıllarda siyaset, tam tersine, kendisine karşıt görüşleri bastırma aracı olarak kullanılmakta. Öyle ki, siyasal iktidar karşısında muhalif görüşlerin yayılmasının yaptırımı, insanların özgürlükten alıkonulması olabilmekte. “Demokrasi düşmanları” sloganıyla yaygınlaştırılan bu uygulamanın kendisi, demokratik toplumu boğucu tehlikeleri bağrında taşımakta. “Komünizm-irtica-bölücülük” üçlüsüne şimdi, “darbe” sendromu eklenmiş bulunuyor. Buna, “mürteci rövanşı” da denebilir. Oysa, siyasetin fikre üstün gelmesinin ilk kaybedeni, demokratik siyasetin ve giderek toplumun kendisinden başkası olmayacak.
3) Yaşam, diğer haklardan üstündür: Evet, İnsan Hakları bölünmez bir bütündür; ama bu, en başta yaşam hakkı temelinde sağlanabilir ancak. Ne var ki, neredeyse hergün, ülkenin heryerinde meydana gelen toplu ölümler, o denli kanıksandı ki, yetkililer ve giderek toplum, “acaip” gördükleri heykelden veya muhalif fikirlerden duydukları rahatsızlığı, yaşamları yok etmenin sürekliliğinden duymuyorlar.
Emek/ sermaye çelişkisi, bu ölümlerin ana nedeni olarak görülebilir. Para kazanmak için emeğini kiralayan insan, başkasının daha çok kazanma hırsı uğruna yaşamından olmakta: Tuzla’dan Davutpaşa’ya, Karakovan’dan OSTİM’e, Diyarbakır’dan Afşin-Elbistan’a uzanan küçük “Çernobiller”! İşyerinde, maden ocaklarında veya inşaatta hayatların toplu şekilde sönmesi, hep “kaza” olarak nitelenmekte ve gerekçe olarak da “takdir-i ilahi”ye sığınılmakta. Oysa gerçekte, herbiri birer “katliam”. Çünkü, girişim özgürlüğü adına belirleyici olan ölçüt, “para”dır. Oysa devletin varlık nedeni, burada kendini gösterir: Öncelikle yaşam hakkını güvence altına almak amacıyla kurallar koymak, bunları uygulamak ve uymayanları cezalandırmak. Bizde ise, yüzlerce yasa, bir torbaya tıkıştırılsa da, yaşam hakkını eksen alan yasal düzenleme fikri bile öne çıkamıyor. Bu nedenle, doğrudan sorumlu sermaye olsa da, asıl sorumlular, yöneticilerdir.
Özetle, iman-para ikilisi, İnsan Haklarını sözde bırakıyor. Buna bir de iktidar hırsı eklenince, “üçlü ittifak gücü”, insanı, fizikî özgürlüğünden ya da tümden yok edebiliyor. Öğretide ve uluslararası İnsan Hakları belgelerinde “bölünmez-karşılıklı bağımlı ve ilişkisel” olarak düşünülen ve düzenlenen hak ve özgürlükler, Türkiye uygulamasında, “iman-para ve iktidar ittifakı”na dönüşüyor…