“ “Millet isterse...”, ama “halk istemese de...” ”

- Devamı için tıklayınız -

Örtülü ve zaman ayarlı tehdit: “ Anayasa oylaması sonrası Türkiye değişecek” deniyordu; öyle de oldu…

Hatırlayalım: 2008 başında, türban serbestliği amacıyla Anayasa değişikliği kotarılırken, ısrarla şu önerildi: Üniversiteler için serbestlik yönünde yapılacak bir düzenleme; “biri, yükseköğretim öncesi döneme, diğeri sonrası döneme ilişkin olmak üzere…” iki kayıt içermeli. AKP kurmayları, bu vb. önerileri, hep geçiştirdi…

Şimdi ise, kayıt koymama nedenini açığa vurma cesareti, niyeti ele veriyor: “öyle bir kayıt koyamayız; çünkü, ya on yıl sonra millet öyle isterse…”

Her türden eleştiriye yanıt için yarışan ve her konuda konuşmaya kendilerini yetkili gören Parti kurmayları, türban konusunu, önümüzdeki yıllarda oluşması muhtemel millet iradesine havale ediyor.

Daha doğrusu, şu anda üniversitelere genç kızları örtülü sokma konusunda yoğun bir mücadele veriyorlar; fakat, diğer okul ve resmî mekânlarda da örtüyü istemekle birlikte, bunu “millet iradesi” söylemiyle zamana yayıyorlar. Yüksek öğretimdeki başörtüsü sorununu –hukuki çözümden kaçarak- “fiilî olarak” çözme şeklini de, geleceğe yönelik bir kaldıraç olarak kullanıyorlar; üstelik, “millet”i de şimdiden hazırlamak suretiyle.

Yaşam alanı, açık tehdit: Fakat, öte yandan, halkın “hayır” dediği birçok şeyi inatla yapmaya devam etmeleri bir yana, halkı aşağılıyor; hatta onları sahtekârlıkla suçlayabiliyor(lar).

Aslında “halkı tehdit” ile “millet istismarı” arasındaki çelişki, defalarca ortaya kondu. En yakın örnek olarak, “Ben referandumda milletimin öngörüsüne güveniyorum, sonuçtan eminim” diyen kişi, yaşayan halka gerçekte güvenmediği için, 26 maddeyi gruplar halinde oylatmaktan korktu. Yargı reformu adına, birçok işleme karşı yargı yolunu kapatma ise, ayrı bir çelişki…

Çelişkilerin onlarca güncel örneği arasından, çevre ve doğayı tahrip eden resmî çalışma ve faaliyetler arasında hidroelektrik santralleri(HES) ile ilgili gelişmeler belirtilebilir. HES tehdidi altındaki vadilerde yaşayan insanlar, yani halk, başından beri, yaşam ortamlarının bozulmasına ve yok edilmesine –su hakkı temelinde- karşı çıkıyor. Üstelik bütün bu resmî faaliyetler, belirgin usulsüzlükler eşliğinde yürütülüyor. Mahkemeler, haklı olarak, yürütmeyi durdurma ve/ya iptal kararları veriyor. Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulları, vadileri sit alanı olarak ilan edebiliyor…

Başbakan ve Çevre Bakanı, halka, mahkemelere, koruma kurullarına veryansın ediyor. Hatta,“doğal yaşam alanı”nı savunan kişi ve grupların yabancı kuruluşlarla ilişkisinden bile söz edilebiliyor. Yerli ve yabancı şirketlerden para alma işinden çok iyi anladığı izlenimi veren kişi, sanki Çevre Bakanı değil de, daha çok, – üretim miktarını diline dolamış- bir “Elektrik Enerjisi Bakanı”. Yok olan doğal değerler hiç mi hiç umurunda değil; bir tür “Çevre Yıkım Misyoneri”. “Yeni dönem”de yargılanamayacağını mı zannediyor?

Kültür ve kimliğe kelepçe: Halk sadece doğal yaşam ortamları için değil, bununla bağlantılı “kültürel alanlar” için de var. Kürtler ve beklentileri, halkın öbür ayağı. Oralardan yükselen dil ve kültürel kimlik talepleri, yerelleşme yönündeki istekler… Bunların ciddiye alınması bir yana, Diyarbakır’da adeta Silivri asimetriği bir dava yaratılmış durumda. “Türk davasının Kürt versiyonu” gibi bir durum, görülmekte olan KCK davası. Kullanılan delillerin kayda değer bir kısmı, dinlemeler, düşüncelerin ifadesi ve toplantı / gösteri özgürlükleri kapsamında. Yıllarca sürebilir bu gidişle. Bunlar, yasama-yürütme bağlantılı yargı çelişkileri…

Bu şekilde, Kürt halkının talepleri, -en masum olanları bile- bastırılırken, dinsel etkinlikler, sadece “Sızıntı” yoluyla değil, siyasal mücadele aracı olarak kullanılabiliyor Bölge halkı üzerinde. İşte sana kimlik! dercesine…

Ya şeriat isterse? Ataları ve gelecek kuşakları da kapsamına alan bir soyut bir kavram olan milletten, öğrencilerin ve resmî görevlilerin okullarda ve devlet kurumlarında örtünüp örtünemeyecekleri konusunda karar vermeleri bekleniyor. Bu yaklaşım tarzı, 2020’de “isterse millet şeriatı neden getirmesin?” sorusunu haklı kılmaya götürür… Yani, “millet” istedikten sonra, 100. yılında Cumhuriyet’e neden fatiha okunmasın? Türkiye de, doğal, tarihî ve kültürel değerleriyle, halkıyla yani milletin yaşayan kesimiyle birlikte batsın! İyi de, ülke – toprağın üstü-cehenneme dönecekse, örtünmenin sağlayacağı –toprağın altı-“cennet yolu” ne ifade eder?

12 Eylül’de çıkan evet oyu sonrası ülke, fay hatları üzerinden geçerek, gerçekten ciddi bir dönemece doğru ilerliyor…

Yoruma kapalı.