“ “SULTAN”DAN “MECLİS”E, “CUMHUR”DAN “REİS”E ”

- Devamı için tıklayınız -

Bir devletin kurulması veya büyük kopma dönemleri, siyasal rejim değişikliklerini de beraberinde getirebilir. Devlet veya siyasal-anayasal düzende derin kırılma ve kopmalar, tarihimizde de vardır. En köklü olanı, Osmanlı Devleti yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’dir.

Bu büyük kopuşa rağmen, belki bir çelişki olarak görünebilir ama, “ siyasal rejimin sürekliği” gözlenmiyor değil. Neden ve nasıl?

Meclis, ilk kez, Kanun-ı Esasî ile 1876’da kuruldu; II. Meşrutiyet döneminde, 1909 değişikliğiyle parlamenter rejim yönünde somut adımlar atıldı.

1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, “Meclis Hükümeti” sistemiyle, “parlamentonun kendisi”ni, anayasal-siyasal sistemin merkezine yerleştirdi.

1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ise, 1921 sistemine parlamenter rejim öğelerini ekleyerek, karma bir yönetim şekli kurdu.

Askerler, seçilmişlerin önünü açtı: 1961 Anayasası, parlamentoculuk yönündeki evrimin en ileri eşiği oldu. Erkler ayrılığı, klasik anlamında hukuk devleti çerçevesinde düzenlendi. Bu nedenle, yargı bağımsızlığı özel önem kazandı. Ne var ki, seçilmişler, “Anayasa Mahkemesi denetimi yüzünden yasamanın, Danıştay denetimi yüzünden hükümetin elinin kolunun bağlandığı” yönünde sürekli yakınmalarda bulundu.

1971 değişiklikleri, -bu eleştirilere yanıt verir tarzda- yargı ve yasama karşısında yürütme organını güçlendirmek için yapıldı.

1982 Anayasası ise, parlamenter çerçeveyi sürdürmüş olsa da, anayasal-siyasal düzenin merkezine, 1961’in tersine, -Cumhurbaşkanı ve Başbakanın belirleyici konumuyla- Yürütme organını yerleştirdi. Dahası, yasamanın çalışma sürecini kısaltan (2. Meclisin kaldırılması, toplantı yeter sayısının azaltılması, grup kurma sayısının artırılması, vb), hükümetin gücünü pekiştiren (kurulmasını kolaylaştırılması, düşürülmesinin zorlaştırılması, vb.) birtakım önlemler almakla, TBMM elden geldiğince, yürütme karşısında ikincil konuma kaydırıldı.

“Anayasal sakinleşme”nin anlamı: 2007 Anayasa değişikliği, Yürütmenin zirvesinde yer alan Cumhurbaşkanının konumunu pekiştirdi.

Yargı organları üzerinde odaklaştığı halde, 2010 değişikliklerinden kazançlı çıkan, yine Yürütme oldu.

Yürütme organının anayasal evrimi üzerine, şu gözlem yapılabilir:

-1971 ve 1982’de “siyasiler” yetkilerini, “askerler” eliyle/sayesinde genişletti.

-2007 ve 2010’da ise, “siyasiler” kendi yetkilerini doğrudan, askerin yardımına gerek duymaksızın pekiştirdi.

Bu nedenle, 12 Eylül 2010’dan bu yana geçen 8-9 aylık zaman dilimi, “anayasal sakinleşme” dönemi olarak da nitelenebilir.

Çünkü artık, yürütme-yasama ve yargı arasında, “fren ve denge mekanizmaları” çerçevesinde, yürütmenin hesaplaşacağı engel veya güç kalmadı. AYM’yi yapılandırma süreci ve HSYK’yı yapılandırma tarzı, bunun göstergeleri.

Seçimler ve “iktidar iştahı”: Başkanlık rejimini savunanlar için, 12 Haziran seçimleri kritik bir eşik oluşturuyor: ortaya çıkacak siyasal güç dengelerine göre, Yürütme içindeki açık ve örtülü iktidar hesaplaşması öne çıkacak görünüyor. Bu tablo, Cumhurbaşkanı’nın seçim yılı üzerinde de gerekli ipucu sağlayabilir. Çünkü, seçimin 2012’de mi, yoksa 2014’te mi olacağını, hukuk değil siyaset belirleyecek.

Böyle bir belirsizlik bile, başkanlık yolunu “iktidar iştahı”nın döşediğini göstermeye yeter.

Şu soru ihtimal dışı değil: Osmanlı yıkıntıları içerisinden parlamenter rejim kalıntılarını değerlendirmeyi başaran Cumhuriyet kurucularının aksine; günümüz yöneticileri, yüzüncü yıl eşliğinde, mevcut “siyasal rejimi yıkmayı” başarabilecekler mi?

Egemenlik zirveye, din topluma..: Yanıt “evet” olursa, bunun anlamı şöyle betimlenebilir: 1876’da kademeli olarak ve bir evrim sürecinde ayrılmaya başladığımız siyasal rejimin 21. yüzyıldaki şekillenme tarzına, yine aşama aşama, ama tersi yönden yeniden dönmek… Daha somut olarak, 1870’lerden 1970’lere, “Sultan’dan Meclis’e” şeklindeki evrim süreci, 1970’lerde, tersine dönerek, -halk yerine özellikle kullanılan- “Cumhur’dan Reis’e” gidiş yönüne girdi. 12 Haziran seçimi, bu karşı dalganın gücünü sınayacak olan bir seçim olacak…

Bu şekilde bir geri dalganın olası sonucu özetle şu olur: yönetilenler- yönetenler ilişkisinde egemenliğin ikincilere doğru kayması, devlet-din ilişkisinde ise, yine ikincisinin baskın gelmesi muhtemel.

Seçim ortamı, bunun somut işaretleriyle dolu. “Anadolu’yu vermeyeceğiz!” yürüyüşü, bugün bile Ankara’ya ulaşamıyor. “Reis” gözetimindeki bir Başkentin, “kalenin duvarları”nı ne ölçüde genişleteceğini ve tahkim edeceğini kestirmek zor değil. Bir de, seçim kampanyalarını düşünün: “İmam Khomeyni vari” Cuma namazlarını…

Gidilecek yer/yön bakımından; 12 Haziran seçimi, 12 Eylül Anayasa oylamasından çok daha derin dönüşümlere yol açabilecek önemde.( BirGün, 26 mayıs 2011)

Yoruma kapalı.