Sürdürülebilir gelişme hakkı

Sürdürülebilir gelişme hakkı

Siyasal toplumsal çatışma ve çelişkiler yumağında Türkiye’de hangi eksen belirleyici? Sınıfsal mı? (işçi-işveren), siyasal ve dinsel mi?(laik-anti-laik, sünni-alevi), etnik mi? (Türk-Kürt), coğrafi ve bölgesel mi? (Doğu-Batı, köy-kent farklılaşması),… Bu çizelge, soru yoluyla uzatılabilir. Ancak, sayılanların hiçbiri, “en” pekiştirme sıfatını hak eden “devlet-ülke çelişkisi” derecesinde derin değildir. Neden?

Artvin (barajlar, altın madeni istihracı), Bergama (siyanür liçi yöntemiyle altın istihracı), Fırtına Vadisi (doğal yapısının dönüşüme uğratılması), Hasankeyf (tarihi ve kültürel mirasın baraj suyu altında kalacak olması), Gökova (Termik santral), Karadeniz otoyolu (sahilin dolgu yoluyla kapatılması), Muğla (Termik santral), Munzur (baraj projesi), Uşak (Bergama benzeri durum),…

Bunlara, onlarca kent-bölge, doğal veya tarihi mekân eklenebilir. Hepsi güncel, dün böyle olduğu gibi yarın da farklı olmayacak. Baraj yapımı, maden işletmeleri, termik santral inşaatı, otoyol… Hangileri ve ne oranda, Birleşmiş Mil-letler’ce 1987’de kabul edilen “sürdürülebilir gelişme” (SG) ilkeleri doğrultusunda planlandı ve uygulamaya kondu? Örneğin, elektrik enerjisi için barajlara öncelik veren hükümetler, kaynakların yenilenebilirliği açısından güneş, rüzgâr ve jeotermal seçenekler üzerine ne tür projeler geliştirdi? Çevre ve doğal yapı üzerinde kalıcı etkilere yol açan kapsamlı faaliyetler zincirinde çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) raporundan başlayarak, gerekli önlemler ve işlemler ne ölçüde alındı ve yapıldı?

Diğerlerini birçok yönüyle göreceli kılan bu derin çelişki, muhatabı, aktörleri ve izlenen usul bakımından somutlaştırılabilir. “Kendisine sürekli zarar verilen ülke”, doğa ve çevresiyle, tarihsel ve kültürel dokusuyla muhatap konumunda. “Hükümetler” (ve devlet adına hareket eden diğer organlar), aktörlerin başında yer alır. Başvurulan “yol ve yöntem” çeşitli: doğrudan karar ve işlemlerle, hatta Anayasayı ihlal pahasına yargı kararlarını uygulamayarak (Bergama, Karadeniz otoyolu,…) veya dolaylı biçimde: gerekli denetim-yaptırım ve izleme mekanizması oluşturulmadığı veya mevcutlar etkili biçimde uygulanmadığı için (Yalova Aksa felaketi, balık çiftlikleri kâbusu…)

Bunlar, “en temel çelişki”yi yansıtmıyor mu? Sorun, baraj veya otoyola “evet-hayır” tarzında yaklaşmak değil, bunları SG gerekleri doğrultusunda tasarlamaktır: ülkeyi, öğeleri ile bir bütün olarak algılamak suretiyle, nüfus ve büyümenin, ekosistemin üretici potansiyeliyle uyum içerisinde evrimini gözetmek. Zira SG, “kaynakların işletilmesi, yatırımların tercihi, teknik gelişmelerin yönlendirilmesiyle kurumsal gelişmenin, günümüzün olduğu kadar geleceğin gereksinimlerine göre belirlendiği bir gelişim süreci”dir.

Bunlar gözetilmediği için devlet (tabii onun adına hareket edenler), ülkesi üzerinde Leviathan görüntüsünü andırmakta; Hobbes’un i7.yüzyılda insanlar karşısındaki konumunu betimlemek için kullandığı deyim, yani Ejderha.

SG, Avrupa Konseyi’nin de gündeminde. Bu kavrama, insan hakları (İH) temelinde bir öğe katarak, İH’nın ülkesel (alansal) boyutunu ortaya çıkardı. Konuya ilişkin yeni belgeler, “sürdürülebilir gelişme insan hakkı”nı pekiştirmiş bulunuyor.

Bu hakların ilerletilmesi, devleti ülke üzerinde ejderha konumundan çıkarabilmeli. Oysa bizde, klasik İH üzerinde Hobbes’un kastettiği anlamda bile hâkimiyetini sürdürmekte olduğundan, “ülkesi ve milletiyle bir bütün ” addolunan “Türkiye” adını kullanalar bile yargılanabilmektedir. Bu nedenle, ülkemiz İH savunucuları, ejderha’nın ikili görünümüne karşı mücadele yöntemlerini yaygınlaştırmak durumundadır: bunun bir ayağı, geleneksel anlamda düşünce ve örgütlenme özgürlüğü ise, diğer ayağı sürdürülebilir gelişme hakkıdır.

Yoruma kapalı.