“ Tahran’da çevre, kadınlar ve seçim ”

- Devamı için tıklayınız -

Dünya Çevre Günü, haftasını dolduruyor. Gerçi, çevre hakkını tanıyan Stockholm Çevre ve Gelişme Bildirgesi, Haziran 1972’de yayımlandı. Bu BM belgesi, her on yılda bir büyük çevre etkinlikleri için başlangıç oluşturdu. Bu bakımdan haziran, “çevre ayı” olarak da alınabilir.

Türkiye’de çevreye ilişkin haberler, daha çok 5 Haziran’la sınırlı kaldı. Çevre, sadece iktisadi krizin, siyasal gerilimlerin, Avrupa ve bölgedeki seçimlerin gölgesinde kalmadı. Hatta bir siyasal parti (SP) adının telaffuzu vesilesiyle “edep (AK parti)/edepsizlik! (AKP)” düzleminde yapılan atışmalar, medyada daha geniş bir yer tuttu. Kuşkusuz, bundan kazançlı çıkan, adı geçen SP başkanı: günlerce, gazete sütunları ve köşe yazıları bu konuya özgülendi. Çevre, bunun bile hayli gerisinde.

Oysa, zincirleme çevre sorunları ve tahribatı ile karşı karşıya ülkemiz. Kuşkusuz bu, sadece medya değil, bir bilgilenme-bilinçlenme, ama bir yönetim sorunu da. Mesela, DİSK adına Uzmanlar Kurulu’nun hazırladığı, yeni bir “Anayasa İçin Temel İlkeler Raporu”nda önerilen bölge yönetimi, çevre koruması ile de bağlantılı.

Aslında, parti adı kısaltmasına verilen önem ile çevre duyarsızlığı, “demokrasi eksiği”nde buluşmuyor değil.

• • •

Ya komşumuz İran’da durum ne? 12 Haziran, en sıcak günlerinden biri olacak; iklim koşullarından çok siyasal hava, ısıyı yükseltecek. Çünkü, İran halkı, yarın Cumhurbaşkanı seçimi için sandık başına gidecek: dinsel totaliter eğilimin sürmesi ile rejimin özgürlükçü yörüngeye girmesi arasında tercih yapacak…

Çevre korumasına gelince, tam dört hafta önce, Shahid Beheshti Üniversitesi UNESCO İnsan Hakları ve Demokrasi kürsüsü, BM Çevre Programı ile işbirliğinde, “İnsan Hakları ve Çevre Uluslararası Konferansı” düzenledi.

İranlı meslektaşlar, çevresel sorunları, Anayasa gereği ağırlıklı olarak İslami açıdan ele aldı. Bununla birlikte, toplantı sürecinde hazırlanan “İnsan Hakları ve Çevre Tahran Bildirgesi”, çevre hakkı anlayışını yansıtıyor. Çağrılı uzmanların biçimlendirdiği Bildirge, çevre korumasına İslami ilkelerin katkısı vurgulasa da, büyük insan hakları belgelerini çıkış noktası alıyor: “Ulusal anayasalar ve mevzuat, İnsan haklarının gerçekleşmesinin temel görünümlerinden biri olarak temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına uygun olarak özgül düzenlemeler yapılmalıdır.”

Çoğu maddeleri bölge devletlerine hitaben kaleme alınan, ancak BM’ye sunulacak olan bildirge, uluslararası sözleşmelere taraf olma çağrısı da yapıyor. Adı belirtilen ise, Aarhus: Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Halkın Katılımı ve Adalete Erişime Dair Sözleşme, 1998.

Kısacası, çevrede İran bize göre daha atak; ama benzerlik yok değil: Aarhus Sözleşmesi’ni onaydan kaçınmada yabancılara başvuru hakkını verme kaygısı baskın.

• • •

Toplantı, çevre ve insan haklarına özgülenmiş olsa da, ikili söyleşiler, özgürlük ve demokrasi etrafında yoğunlaştı. Kısacası, yarınki seçimin rüzgârı, dört hafta öncesinden ısınmaya başlamıştı.

Ahmedinecad ile Musavi arasındaki yarışın anlamı şu: dinsel totalitarizmin ikiyüzlülükle sürdürülmesi ve perdenin özgürlük yolunda aralanması sorunu.

Tahran’da sıkça dillendirilen görüş şu: kamuya yansıyan görünürdeki yaşamla gerçek yaşam farklı. TV ve internet yoluyla oluşturulan “paralel yaşam”, genç kuşaklarda daha yaygın. Makyajlı yüz ve kabartılmış saçlar üzerinde eğreti duran başörtüsü, süs aracı görünümünde. Yasak, ama nüfusun yüzde beşi alkollü içki tüketiyor. Uyuşturucu kullanan sayısı iki milyon…

Eğer, dini lider Hamaney’in desteklediği Ahmedinecad yeniden seçilirse, “paralel yaşam” alanı genişleyip derinleşecek. Musavi seçilirse, özgür yaşam eğilimi kamusal alana yansıyacak, ikiyüzlülükler azalacak…

Kuşkusuz, dinsel referans kalkmadığı sürece, İranlılar, kendilerine dayatılan yaşam tarzı ile özgürlük arasında bocalayacak. Şimdilik görünen, kadınlarda ve gençlerde değişim yönünde belirgin bir irade.

Ne var ki, dinsel inancın dışavurumuyla kamu düzeni gerekleri arasında uzlaşma, Tahran sokaklarında İstanbul’dakine göre, daha açık: orada araba kullanan kadınlar, örtülerini gözlerini kapatacak şekilde, alnın sağ ve sol yamacından öne sarkıtmıyor..

Bir yanda dinsel totalitarizm altında kamu düzeninin gereklerine saygı duyan Tahranlı kadınlar; öte yandan, laikliğin sağladığı özgürlük ortamında, dinsel inancı kamu güvenliğini ihlal edecek biçimde dışavuran İstanbullu kadınlar… Ters yönde koşan sadece kadınlar mı?

Yoruma kapalı.