“ TAKLİTÇİLİĞİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ ”

- Devamı için tıklayınız -

TAKLİTÇİLİĞİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ

“Ya başkanlık”, olmaz ise, en azından “yarı-başkanlık” olmalı, deniyor; ama, böyle kökten bir değişiklik gerekçeleri yok:

-Parlamenter deneyimden neden vazgeçiliyor?

-Başkanlık veya yarı-başkanlık, ülkemize ne kazandıracak?

Eğer bunlar tartışılmaz ve inandırıcı gerekçelere dayandırılmaz ise, durup dururken rejim değişikliği, bir “taklit” olmanın ötesine geçemez, yani, “siyasal ve anayasa taklit”.

Bir rejimden diğerine, tarihimizde üç dönemde geçilebilirdi:

-1921 Anayasası,

-1961 Anayasası,

-1982 Anayasası.

Neden? Çünkü, her üç Anayasa, kopma dönemi sonrası “siyasal düzen” kuruluşuna denk düşer. Kopuş ve yeni başlangıç dönemleri, siyasal rejimde yeni tercihleri beraberinde getirmelerinin tersine, daha çok “evrim süreci”ni yansıttı:

-1921: 1909 değişikliği, Kanun-ı Esasi (1876) ile kurulan Meclis-i Umumî’yi, “parlamenter rejim”in merkezi organı haline getirdi. 1921 Anayasası ise, Hükümet etme yetkisi ile donattığı 1920 Meclisi’ni, yeni devletin ana kurumu haline getirdi. İmparatorluktan ulus-devlete geçiş bile, kopma yaratmadı.

-1961: 1924 Anayasası ile Meclis Hükümeti ile Parlamenter rejim arasında kurulan “karma model”, darbe sonrası hazırlandığı halde 1961 Anayasası ile klasik parlamenter rejime dönüştürüldü.

-1982: ’61 Anayasası ile kurulan yönetim biçimini, klasik parlamenter çizgiden uzaklaştırdı; özellikle, “cumhurbaşkanı ve başbakan eksen” alınarak yürütme organına tanınan öncelik ve üstünlükle. Buna karşın, 1982 Anayasası, erkler arası dengeyi, toplum karşısında devlete verdiği öncelik derecesinde bozmadı. Otoriteye özgürlük karşısında sağladığı üstünlük, rejim değişikliğini de beraberine getirebilirdi. Üstelik bu yönde, 1979’dan beri, “sağ cepheli sivil” öneriler de ısıtılmaya başlanmıştı… Her şeye rağmen, askerler makul sayılabilecek taşkınlıkla yetindi. Hatta, Avrupa anayasaları gibi, “rasyonalize” edilerek parlamentoculuğun işleyişi kolaylaştırıldı.

Özerklik Şartı’na bile karşı çıkan zihniyet

Eğer ’80’leri normalleşme, ’90’ları ise koalisyon-uzlaşma deneyimleri, 2000’leri hükümet istikrarı “on yılı” olarak nitelersek, 2010’lu yılları yeni anayasa arayışında nasıl anlamlandırabiliriz?

Yanıt için, 1982’yi “yenileme nedeni” hatırlanmalı: kısaca, “daha az hukuk, demokrasi ve insan hakları” karşısında, “daha güçlü otorite, yönetim ve devlet” olgusunu, “insan hakları-demokrasi ve hukuk ekseni” yönünde dönüşüme uğratmak. Eğer Anayasayı yenilemek bir ihtiyaçtan kaynaklanıyorsa, en öne çıkan neden ve gerekçe bu olmalı.

Bu üç kavram ayrı ayrı açıldığında, Türkiye toplumunun anayasal düzene ilişkin sorunlar bütününü kucaklamakta olduğu görülür.

Acaba başkanlık rejimi, hangisi için çözüm üretebilir? İnsan haklarına daha saygılı bir devlet yapısı ortaya çıkarabilir mi? Veya demokrasiyi temellendirebilir mi? Ya da hukuk devletini, mekanizma ve içerik olarak ilerletebilir mi?

Bu sorulara “evet” denebiliyorsa, başkanlık rejimi neden olmasın? Kuşkusuz, toptancı yaklaşımla “evet” değil, örneğin, “insan hakları, parlamenter rejimde yeterince korunamıyor, milletvekillerince verilen özgürlük ve demokrasinin önünü açacak yasa önerileri, hükümet tarafından engelleniyor; başkanlık olursa, TBMM, hükümet güdümünden çıkacak ve özgürlükçü yasalar yapabilecek” görüşü baskınsa, bu neden dile getirilmiyor? Eğer bir milletvekili, parlamenter rejimde görüşünü serbestçe beyan edemiyorsa, bunu başkanlıkta nasıl yapacak?

Konuya bu açıdan bakmayıp, parlamenter rejimin kendi zaafından kaynaklanmayan sorunlara, başkanlık rejiminin kendiliğinden çözüm getireceği varsayılıyorsa, böyle bir kökten değişiklik, “anayasal ve siyasal taklit” anlamına gelir.

Taklit yoluyla alınan siyasal rejim, daha nitelikli bir ülke (çevre ve doğal kaynakları korunmuş) ve daha nitelikli bir toplum (insan hakları standartları yükseltilmiş) yaratabilir mi? Bunlara yanıt verilemediği sürece, “anayasa mühendisliği” yoluyla inşa edilecek tek kişi yönetiminin, giderek merkezileştirilen tasarruflarla ülkeyi ve devlet eliyle dinselleştirilmeye çalışılan toplumu, “yaşanmaz mekânlar” haline getirme riskine de hazır olmak gerekir.

Anayasal ve siyasal gündemin merkezine yerleştirilmeye çalışılan değişiklik için öne çıkarılan savlar: siyasal istikrar ve ekonomik gelişme, “başkanlık rejimi darbeyi önler” veya “parlamenter rejimler çökmek üzere”, “Kürt sorunu ancak rejim değişikliğiyle çözülür”… Hangisi gerçeği yansıtıyor veya ciddiye alınabilir? En çekici görüneni:

Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na bile karşı çıkan bir zihniyetin Kürt sorununu rejim değişikliğiyle çözmesini beklemek, “iktidara şirin görünmenin dayanılmaz hafifliği” değilse, Cezayir ve Kürt sorununu birbirine karıştırmaktan başka ne anlama gelir?

Yoruma kapalı.