Toprak ‘ana’, devlet ‘baba’

Toprak ‘ana’, devlet ‘baba’

Toprak “ana”, ortaya çıkış halkasının ilk sırasında yer alsa da, zaman içerisinde devlete “baba” sıfatı yakıştırılmıştır. İnsan, elleriyle oluşturduğu ve yetkilerle donattığı bu cihaza karşı kendini koruyucu siper olarak “haklar”ı temellendirirken, varlık ortamı zehirlenmeye başlamıştır. İşte, “çevre hakkı”, “çevre-insan-devlet” (ÇİD) zincirinin, “devlet-insan-çevre” (DİÇ) şeklinde tersyüz edilmesinden doğan çelişkide anlam kazanmaktadır.

“Zehirli variller”, “çevre felaketi”, “çevre katliamı” gibi olay ve haberler, konuya duyarlı kamuoyunun gündemine yeniden oturdu. Süregiden ihmal ve ihlaller, klasik insan hakları anlayışındaki insan-devlet çelişkisinin ötesinde, üçlü çelişkiyi bir kez daha su yüzüne çıkarıyor.

Doğa insan için, insan ise devlet için yaşam kaynağı oluşturduğu halde; hak ve özgürlüklerin başlıca tehdit kaynağı devlet, çevre için ise insanın kendisi. “Toprak ana” katliamında, “insan-devlet suç ortaklığı” bile var. Buradaki çelişki ya da kısır döngü şu: “hak öznesi” (insan) ile “yetki sahibi” (devlet), açıkça ya da örtülü biçimde, çevreye birlikte zarar verebilmektedir.

Çevre hakkının “haködevyükümlülük” bağlamında örülmüş olması, söz konusu çelişkiyi aşmaya yönelik değil mi? Bu yönde çevre hakkı, çevreyi koruma ödevinde insan ve devleti buluşturmaktadır. Devlet için olumlu yükümlülük, çevresel kirlenmenin veya zararın önlenmesini ifade eder. Devlet, “insan-insan” veya “insan-çevre” şeklinde yatay ilişkiler bağlamında yol açılan zararlardan sorumludur; gerekli düzenlemeyi yapmadığı, yasa çıkarmadığı veya uygulamadığı, birer önlem almadığı veya etkili bir biçimde uygulamaya koymadığı için…

“Hekimbaşı Çöplüğü Davası” olarak da anılan Öneryıldız kararları, karmaşık ilişkiler yumağında (haködev bağlantısını göz ardı etmeksizin) sorumluluk halkasının ne derecede genişleyebileceğinin tipik bir örneğidir. Ümraniye Hekimbaşı’nda hazine arazisi üzerinde evini inşa etmiş olan Maşallah Öneryıldız (MÖ), yanıbaşındaki çöp yığınının saçtığı tehlikeye karşın yaşamını sürdürmüştür.

28.04.1993 günü, metan gazı sıkışması nedeniyle çöp yığınının patlaması sonucu, 39 kişi yaşamını kaybetmiştir. Olayda 7 çocuk ve 2 eşinin yanı sıra yaşadığı meskeni kaybeden MÖ, iç hukuk yollarını tükettikten sonra, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne (İHAM) başvurmuştur.

İHAM 1. Dairesi, 08.06.2002 günlü kararında, başvurucunun yakınlarının ölümü ve yargı mekanizmasının etkisizliği nedeniyle, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin (İHAS) “yaşam hakkı”nı ve “mülkiyet hakkı”nı gü-venceleyen maddelerinin ihlal edildiğine karar vermiştir.

Büyük Daire ise, 30.11.2004 günlü kararında, “ölümü engellemeye yönelik uygun önlemlerin alınmamış olması” ve “yaşam hakkına yönelik uygun hukukî koruma ve etkili soruşturma yokluğu”ndan dolayı, usul bakımından md. 2’ye; “başvurucu malının korunması yönünde olumlu yükümlülüğün yerine getirilmemiş olması nedeniyle” Ek 1 No.lu Protokol md. ı’e; “etkili başvuru yollarının kullanılamadığı” gerekçesiyle md. 13’e aykırılığı saptamıştır.

Özetle, İHAM kararları ile, “güvenlikli bir çevrede yaşama hakkı” temelinde devlet sorumlu tutulmuştur. Böyle bir sorumluluk bağı örülürken (ayrıca, inşaat yoluyla yaratılan değer mülkiyet hakkı korumasından yararlandırılırken), bir yandan yerel yönetimlerin “çöpdağı” bitişiği sakinlerini, karşı karşıya bulundukları tehlikeler konusunda bilgilendirme yükümlülüklerini yerine getirmediği; öte yandan, yasa-dışı yerleşime sağlanan su ve elektrik hizmetlerinin bir tür “idarî hoşgörü” anlamına geldiğini vurgulamıştır.

Kötü yönetim ve hukukî zaaflar bağlamında gerekçelendirilen bu kararlar, “ÇİD” ilişkisinin nasıl “olmaması” gerektiğini ortaya koyması itibariyle derslerle doludur. Ne var ki, bu ibret verici kararlar, öğretide Türkiye’den çok Avrupa’da işlenmiştir.

İHAM, “Bergama Altın Davası” olarak da bilinen Taşkın ve DiğerleriTürkiye Davasında ise (10.11.2004), “siyanür liçi yöntemiyle altın madeni işletilmesinin yöre sakinlerinin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama haklarını ihlâl ettiği” yönünde karar vermiştir.

Kısaca, Eurogold Madencilik A.Ş., 12.02.1992’de, Ovacık altın madenini işletme izni almıştır. İzin işlemi, 01.04.1998’de kesinleşen Danıştay kararı ile iptal edilmiştir. Başbakanlık Müsteşarlığının işletmeye izin verilmesi gerektiği yönündeki kararını, İzmir İdare Mahkemesi 05.06.2000’de iptal etmiştir. 29.03.2002’de Bakanlar Kurulu, Bergama ilçesi sınırları dahilinde Ovacık ve Çamköy civarındaki altın çıkarma faaliyetlerine devam edilebileceğine ilişkin bir “prensip karan” almış ve bu karar, kamuoyuna açıklanmayarak gizli tutulmuştur. Danıştay, 23.06.2004’te, adı geçen kararın yürütülmesini durdurmuş; İzmir Valiliği de, 18.08.2004’te, maden işletmesini askıya almıştır.

İHAM ise, kararında, devletin kişilerin “sağlıklı bir çevrede yaşama” haklarını olumlu anlamda koruma yükümlülüğü gerekçesine dayanan ve 01.04.1998’de kesinleşen Danıştay kararını referans almıştır. Siyanür liçi yönteminin kullanılmasının insan ve çevre sağlığı ile ekolojik sistem üzerinde yol açabileceği tehlikelere ilişkin saptamalara aynen katılan İHAM, “maden işletme faaliyetlerinin durdurulması” yönündeki yargı kararlarının Hükümet ve İdare tarafından uygulanmaması nedeniyle, “adil yargılanma hakkı”nın ihlal edildiğine de karar vermiştir.

“Öçkan ve diğerleri” kararında ise (28.03.2006) İHAM, Taşkın ve diğerleri kararı ile Danıştay kararlarını dayanak alarak, Bergama ve civar köylerinde oturan 315 kişinin her birine, Türkiye’nin manevî tazminat olarak 300’er bin ve dava giderleri için 500’er bin avro ödemesine karar vermiş bulunuyor. Mahkeme önünde bekleyen ve aynı nedene dayanan yaklaşık binbeşyüz başvuru daha var (…). Sadece dava giderlerinin miktarını düşünelim: bunları devlet mi karşılıyor; yoksa, devlet adına hareket eden kişilerin sonuçlarını öngörerek yol açtıkları ve yol açmakta oldukları zararları, halkın kendisi mi karşılıyor? Ya doğal çevre üzerinde neden olunan ve eski hale dönüşü mümkün olmayan zararları kim karşılayacak?

Burada, olaylarla sınırlı kalarak, devletin sorumluluk alanının ne derecede genişlediğini ortaya koymaya çalıştık. Ancak asıl sorun, yaptırıma, devletin değil, insanın ya da çevrenin kendisinin katlanmak durumunda kalmasıdır.

Ülkemizde süreklilik özelliğine sahip olan, ancak son günlerde yeni boyutlar kazanan çevresel yıkımlarda, “insan-devlet işbirliği” (!) görmezlikten gelinebilir mi? Bunun hesabı, yarın Avrupa’da görülebilir; ancak, ödemeyi söz konusu işbirliği dışında yer alan halk yapacak; çevrenin kaybı ise, hesaplanamayacak bile…

Sonuç olarak, insan hakları ve demokrasi bağlamında hukuk devletinin temellendiril-mesi, ana eksen olarak alınan üçlü ilişki açısından günümüzde geçerli olan “DİÇ” sıralamasını “ÇİD” doğal zincirine dönüştürme sorunsalında düğümlenmektedir. Aksi halde, “ruhsuz baba”lar, sadece “evlatlar”ının değil, “ana”nın da ölümüne seyirci kalmaya devam edecektir.

Yoruma kapalı.