“ “YARGIYA GEREKENİ SÖYLEDİK…” ”

- Devamı için tıklayınız -

“YARGIYA GEREKENİ SÖYLEDİK…”

(2010 değişikliğinden, mutasavver anayasaya…)

5 Eylül Çarşamba öğleye doğru “Güz Gündemi: ‘Savaş Üçgeni’ mi?” başlıklı yazımı gazeteye gönderdim ve arabama bindim. O sırada Başbakan konuşuyordu: PKK’dan BDP’ye, Baas’tan CHP’ye, “şiddet eylemleri”ni açıklama konusunda kurduğu bağlantılar, siyaset bilimi adına öğrendiklerimize ve bildiklerimize adeta meydan okuyordu. Yasama ve yargı üzerine söyledikleri ise, hukuk devletine ve erkler ayrılığına yabancı idi…

* * *

Yazının bu haftaya kayması, 12 Eylül haftası vesilesiyle konuya bu açıdan bakma olanağını da sağladı, ama şu çelişki de gözardı edilemez: haftaya, üniversiteye henüz adımını atan 18-20 yaşındaki gençler, Anayasa Hukuku derslerinde, hukuk devleti ve erkler ayrılığı gibi kavramlarla tanışacaklar. Onlara, teori-pratik ayrışmasını nasıl anlatacağız?

Hangi 12 Eylül?

Konumuz açısından ikincisi. Çünkü, eğer 12 Eylül 2010 halkoylaması, AKP’ye, yargıyı dilediği gibi şekillendirme olanağı sunmasaydı; genel başkanları, “yargıya gerekeni söyledik” diyemeyecekti. Buradaki iç çelişki şu: AKP, başarabilseydi, parti kapatma yetkisini yargıdan alıp partilere verecekti!!!

Başbakanın söyleminin ikinci plâna kayması için, “Cephanelik faciası”, adeta bir imdat olarak da görülebilir… 25 Mehmetçiğe mezar olan cephanelik faciası henüz gün ışığına çıkmadan, Afyon Valisi ile Genel Kurmay Başkanı arasındaki hediye takdim fotoğrafı, 25 canın önüne geçiverdi. Bu görüntü, Türkiye’nin idarî-bürokratik ve siyasal yapısına “ayna” tutmuyor değil: Vali yerinde, Paşa da. Amirlerinin kılı kıpırdamıyor. Yani, “alaturka”lıklarına ortak olmuş durumdalar…

Dönelim başbakanın sözlerine:

AKP lideri, muhalif partilere, “terör eylemleri” konusunda yüklenirken, iktidarı elinde tutan parti liderinden çok, bir muhalefet lideri izlenimi veriyordu. CHP’ye yönelik, “iktidar ortağı iken neden önlemedin?” sorgulaması da, cabası. Eğer CHP, tek başına 10 yıl boyunca iktidarda olsaydı, herhalde bugün tek gündem maddesi ve bütün olumsuzluklardan sorumlu tutulacağından, Hükümet’in icraatının da bir anlamı kalmazdı.

Aslında Başbakan’ın, BDP’lilerin dokunulmazlığının kaldırılması için çağrıda bulunduğu ve muhtemelen kapatılması için yargıya gerekenin söylendiğini vurguladığı konuşması, PKK sorununda sadece bir dış -ve yüzeysel- gezinti gibi.

Çünkü, bu konunun asıl düşündürücü yönü şu: PKK belli bir toprak parçası üzerinde bayrak dikme kapasitesini deneyecek potansiyeli sergileyebiliyor. Hükümet çevreleri ise, 30 yıldır sürdürülen “kökünü kazıyacağız” türünden söylemi eksik etmediği gibi, muhalefet partilerini terörden sorumlu partiler olarak ilân edebiliyor. Böylece, kamu hukukunun “yetki –görev ve sorumluluk” sıralamasını yansıtan temel kuralı unutularak, Hükümet, yaptırım gücünü ancak muhalefete karşı gündeme getirebiliyor: dokunulmazlığı kaldırma girişimi, bir demokrasi sorunu, yargıya talimat verme ise, bir hukuk devleti sorunu. Anayasa’ya aykırılık ise, ikincil bir konu…

Bu söylem ve anlayış nasıl açıklanabilir?

2010 Anayasa değişikliği, öncekilere göre birçok ilki yansıtıyordu. Birincisi, kotarılma tarzı. İkincisi, içerik ve söylem çelişkisi. Üçüncüsü ise, referandum kampanyası ortamı ve sonuca ilişkindi. Sonucuna değinmek yeterli olabilir:

Yürütme ve Yasama erkini elinde tutan AKP için başlıca fren ve denge mekanizması, Yargı erki idi. AKP, bir kez oylama sonuçlandıktan sonra, AYM ve HSYK’nın yeniden yapılanmasına doğrudan müdahale etmeyip, anayasal denge ve denetleme düzeneklerinin oluşumunu, halkoylaması kampanyasında kullandığı sloganlar doğrultusunda kendi akışına bırakabilirdi. Fakat, – tahmin edildiği gibi- tam tersini yaptı…

Nitekim, çıkarılan ilk iki yasa, AYM ve HSYK’ya ilişkindi. Kamu görevlileri toplu sözleşme yasası ile Kamu Denetçiliği Kurumu yasası iki yıl gecikmeyle eksik-aksak çıkarıldı. Hak ve özgürlüklere ilişkin diğer yasalar çıkarılmadı… Hak ve özgürlük ihlâllerinin giderek ağırlaşması ve âdil yargılanma hakkından uzaklaşılması gibi sorunlara girmeksizin, bugünkü “çatışmacı ortam” üzerinde, 2010 anayasa değişikliğinin payına dikkat çekilmesi, abartı sayılamaz.

Öte yandan, halkoylamasının sonucu, yeni anayasaya giden yolu tıkadı. Eğer “hayır” çıksaydı, Türkiye bugün daha demokrat ve özgürlükçü olurdu.

Çatışmacı ve çoğunluk partisinin iktidarını pekiştirici anayasa değişiklikleri yerine, “demokratikleştirici ve insan haklarının önünü açıcı” düzenlemeler öne çıkarılsaydı, bu hem toplumsal barışa hizmet ederdi; hem de yeni anayasa yolunu açmaya elverişli bir zemin oluşturabilirdi…

Sonuç: 2010 değişikliğine karşı çıkanların kaygısı doğrulandı. TBMM Anayasa görüşmeleri ise, AB müzakere sürecine benzedi. Her ikisi de mutasavver…

Yoruma kapalı.