“ “ZORUNLU” DİN YERİNE, “SEÇİMLİK” İNSAN HAKLARI EĞİTİMİ… ”

- Devamı için tıklayınız -

Tinerci çocukların dine mesafeli duran ailelerden gelip gelmediği, araştırılabilir; ama, Sivas Madımak Oteli’nin “din dışı kesimler” tarafından ateşe verilmediği biliniyor. Bu “inanç soykırımı”, şu derin çelişkiyi yansıtmıyor mu? Yaşamdan sonra bir başka dünyanın varlığına inananlar, inanmayanları yok edebiliyor. Kendileri ise; bir an önce “ebedî saadet”i tatmak yerine, dünyevi ve uhrevi şifalardan alabildiğince yararlanma çabasından geri durmuyor.

Aslında, dinsel inancın “dünyevî özelliği”, Hz. Muhammed’in yaşam deneyiminden hareketle koymuş olduğu kurallarla teyit edilmiş bulunuyor. Önceki dönemin “cahiliye” olarak adlandırılması, yeni kurallara saygınlık kazandırma kaygısıyla da açıklanabilir. Ama konumuz bu değil…

Türkiye, 2012’ye, yeni anayasa söylemi ile girmiş olsa da, görünen, dinsel söylem ve eylemin ağır basacağı. Yeni anayasa yapılabilir mi? sorusu eksenli tartışmalar, gölgede bile kaldı.

Aslında anayasa, dünyevi bir metin: bir yandan, siyasal iktidarın yetki alanını sınırlarken; öte yandan, insan haklarının güvencelerini kurar. Bunlar arasında, “din, inanç ve vicdan özgürlüğü” de var. Buradaki “özgürlük” kavramı, dinlerin ürünü değil. Tersine, farklı din ve inançların veya inançsızlığın özgürlükten yararlanması, insan hakları sayesinde oldu. İnsan hakları mücadelesi, – dinsel olanlar dahil- savaşların aşılması ereğini de beraberinde getirdi: “barış, gelişme ve insan hakları” üçlüsü, BM’nin kuruluş amacı.

“İnsan Hakları Uluslararası Hukuku”, 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden günümüze hazırlanan belgeler ve kurulan örgütler yoluyla oluştu. İHEB, İnsan Hakları Avrupa Hukuku’nun da esin kaynağı.

Evrensellik, henüz dünya genelinde kabul görmese veya uygulamaya yansımış olmasa da, insan hakları genel kuramı, “özgürlük-eşitlik ve haysiyet” üçgeninde güçlü dayanaklar üzerinde inşa edildi. İnsan hakları kategori ve türleri, insanlığın gereksinimleri doğrultusunda giderek artmakta. Hak ve özgürlüklerin bir bütün olarak anlaşılması, herkesin her hak ve özgürlükten eşit olarak yararlanacağı anlamına gelmez.

İnsanın somut konumu, ait olduğu toplumsal katman ve sınıf, olanakları, hak ve özgürlükler karşısındaki önceliklerini belirler. Burada önemli olan, olanak sorununun ötesinde, her hak öznesinin bir özgürlüğü kullanıp kullanmama serbestliğine sahip olması.

İnsan haklarını, genel kuram ve tikel özgürlükler açısından sistematikleştirme çalışmaları, hayli ilerledi. Ama esas gelişme, haklar bütününün yansıttığı değerlere ilişkin olup, fikri temeller ve erekler yönünden sağlam bir ideolojik örüntünün somutlaşmış olmasıdır. Bu nedenle, “insan hakları bilimi”, XXI. Yüzyılın başında abartılı bir nitelendirme sayılmaz.

Bu alanda başlıca sorun, “bilgi, eğitim ve insan hakları bilinci”. İnsan hakları eğitimi, bu nedenle UNESCO’nun öncelikli bir etkinlik alanı oldu. İnsan hakları Eğitimi On yılı programları, BM UNESCO öncülüğünde birçok ülkede eğitim programlarına dönüştü.

İnsan Hakları Eğitimi On Yılı Ulusal Komitesi, bizde de 1999-2004 yılları arasında, kamu görevlilerinin insan hakları formasyonuna yönelik birçok etkinliğin öncülüğünü yaptı: öğretmenler, mülki idare amirleri, kolluk güçleri, yargıç ve savcılar… Eğer bu uygulama, uzmanların önerileri doğrultusunda sürdürülebilseydi, ülkemizde insan haklarının asgari eşiği, vasata yakın olabilirdi…

Aynı zaman diliminde, örgün eğitim programlarında, “insan hakları ve demokrasi”, seçmeli ve eğreti dersler olarak algılandı. Her dersi, insan hakları bakış açısıyla yeniden şekillendirme yerine, hak ve özgürlükler, daha çok kuru ezber bilgiler ekseninde ve çoğu zaman yasak savma dersleri olarak algılandı. Üniversitelerin ders programları incelendiğinde, hak ve özgürlükler üzerine okutulan derslerin dağınıklığı dikkat çekmekte…

Değinilen bu sorunlar, insan hakları eğitiminin en az şu üç düzlemde acilen ele alınması gereğini gündeme getirmekte: okullar (ilköğretimden üniversitelere), kamu görevlileri (özellikle karar verici konumunda olanlar) ve – daha çok medya yoluyla- toplum.

Tinerci çocuklar sorununa dönecek olursak, bunların dinsel itikadı zayıf çevrelerden mi daha çok, yoksa, gelir düzeyi çok düşük toplumsal tabakalardan mı geldiği araştırılmaya değer. Böyle bir sosyo-ekonomik sorunu çözüm yolunun “haklar toplumu” kurmaktan geçtiğini unutmayalım. Diyanet İşleri Başkanlığının giderek artan etkinliği ve otuz yıllık -kuran kursları ve cemaatleşme takviyeli- zorunlu din dersleri, “toplumsal bunalımları” daha çok derinleştirdiğine göre, çözüm, artık dinsel olanda değil insani olanda aranmak gerekir.

Yoruma kapalı.