“ GÜZ GÜNDEMİ, “SAVAŞ ÜÇGENİ” Mİ? ”

- Devamı için tıklayınız -

GÜZ GÜNDEMİ, “SAVAŞ ÜÇGENİ” Mİ?

Milli Eğitim Bakanı, 66 aylık çocuğunu okula göndermeyen veya rapor alanları, PKK veya laikçi olmakla suçladı. Bunu, Beytüşşebap’ta PKK’lılarca 10 askerin öldürüldüğü gün dillendirdi… Başbakan ise, çocukları için rapor alan velileri “ihanet”le suçlamıştı…

Antalya’daki bir şehit cenazesinde, cenaze marşı çalan askeri bandoya, Kültür Bakanı, “Kesin şu marşı, halk tekbir getirecek!” diye bağırdı. Askeri susturan Bakan, cephede canını veren ere, resmi-laik töreni çok gördü…

TRT Muhabiri, öldürülen Mehmetçikler için, “şahadet şerbeti” içiyorlar, dedi.

Asker ise, alevi Mehmetçik için cemevi yerine camide tören düzenledi…

Antep katliamında, “ölenler cennetlik, öldürenler cehennemlik” ilan edildi.

Hepsinde, yaşam yerine ölüm kutsandı; tek din, tek tören, tek mezhep tekelinde.

Bunlar, ülkeyi sarmalayan üç boyutlu savaşın kamuflajı mı, yoksa en yoğun şekli mi?

1) Sıcak savaş: Ağustos 1984’te sıkıyönetim ortamında bir kışlaya saldırmakla başlayan PKK şiddet eylemleri, Ağustos 2012’de, mevzi ve toprak işgal hareketine dönüşme eğilimini yansıtıyor… “Dış güçler” desteğindeki şiddet, bugün bilinen somut üçgende şekilleniyor: İsrail-Suriye-PKK. AKP, son üç yıllık –meydan okuyucu- bölgesel politikasıyla, düşman kardeşler Suriye ve İsrail’i, örtülü bir biçimde, Türkiye karşıtlığında birleştirmiş oldu. Konu tahlile muhtaç olsa da, bundan böyle “etnik savaş” nitelemesi, daraltıcı-indirgeyici bir kullanım olacak. Savaş artık Güneydoğu ile sınırlı değil…

2) Doğa savaşı: Siyasal iktidar-sermaye ittifakıyla doğal, çevresel ve kültürel değerler, tikel ve genel anlamda yok ediliyor. Belirli bölgelerde yoğunlaşsa da, çok yönlü tahribat ülke geneli için geçerli. “Viçe Çevre, Kültür ve Barış Şenliği” (1-2 Eylül) vesilesiyle, yaz gündemimde iki günlük askı, Doğu Karadeniz gözlemlerimi tazelemek için yararlı oldu. Bir yandan, sermaye ve iktidarın sopası, vadilerde yaşayan halkı, doğal ve çevresel değerler karşısında birbirine düşürmek için çok yönlü olarak ve alabildiğine kullanılıyor. Ankara desteğiyle palazlanan sermaye, dik yamaçlarda 3-5-7 km.lik tüneller açmayı bile göz alabiliyor… Öte yandan, halk ne olursa olsun, “sermaye-sopa ikilisi”ne meydan okuyarak, -Fındıklı’da olduğu gibi- yaşam alanını koruma mücadelesi veriyor. Dünya barış gününde genel görünüm şu:

– “Ülke/insan/devlet” üçlüsü yerine, “devlet/sermaye/ülke kıyımı” üçlüsü geçerli.

– Çevre/gelişme/barış üçlüsünü yadsıyan politika, BM Şartı’ndan bu yana, çevre/gelişme ve barış üzerine belgelere Ankara hiç taraf olmamış izlenimi yaratıyor.

– Ankara, uluslararası toplumdan ne denli kopuksa, Anadolu’ya da o denli “yabancı”.

3) Din savaşı: 28 Şubat 1997 Bildirisi’nin tek olumlu sonucu, 8 yıllık zorunlu eğitim olduysa, AKP’nin eğitim sistemindeki en büyük tahribatı, 4+4+4 şeklinde kesintili; ama “dinsel doku” bakımından kesintisiz ve yaygınlaştırılmış “yetiştirme” olacak görünüyor. Anayasa Mahkemesi, “Cumhuriyet’in peygamberi olamaz” görüşüyle iptal kararı vermez ise, kendi peygamberini de ilan etmek zorunda. Bu arada, Diyanet İşleri Başkanı mevzi genişletmeye sürdürüyor: üniversiteleri camilerle donatma isteğini aşarak; mimarları cami mimarisi yaratmamakla suçlayabiliyor. Buna karşılık, Genel Kurmay Başkanı, cami avlusunda veya amirine iftar yemeği verme vesilesiyle gündeme gelebiliyor…

Bu satırlarla, ölüme övgü düzen ilk satırları bir araya getirelim: kutsal olan yaşam değil, ölüm. Böyle bir ülkeye, “cemaatçı bir ordu” yaraşır. Onun için işe, “beş buçuk” yaşında başlamak gerek. Buna karşı çıkanlar, PKK ile özdeş tutuluyorsa eğer, o zaman PKK şiddetinin devamından kimlerin nemalandığı açık değil mi?

Barış için ilk adım ne?

Gizli gündem değil, saydam söylem: Kürt sorunu, çevre/ülke sorunu, din (ya da iktidar) sorunu.

“Yaz gündemi ve özgürlükler” başlıklı 26 temmuz günlü – bir bölümünü değil- toplu izin istediğim yazıda, “ülkenin durumu özgürlükler için iç açıcı değil. Ben ise, yine de özgürlükler adına izin istiyorum.” demiştim.

Kişisel neden bir yana, ülkenin sürüklendiği savaş ortamına dur demek için, herhalde öncelikle, “barış dili” öne çıkarılmalı; bunun önkoşulu ise, sorumlu makamlardaki kişilerin nefret söylemine son vermeleri. Bu, barış kültürü için ilk adım olabilir…

Söylem ve eylem tutarlılığı da şart. Mesela, TBMM Başkanı Çiçek’in “şiddete karşı barış çağrısı”, eğer kendisine yapılan çağrıları kulak ardı etmeseydi, daha etkili ve anlamlı olurdu. Neydi o? : anayasa yolunda, iç barışı ve demokratikleşmeyi pekiştirici yasal düzenlemeler için inisyatif almak. Ne var ki, bu yönde adımlar atmak bir yana, yeni anayasa yolunu engelleyen düzenlemeler ivme kazandı: 4+4+4 garabeti gibi…

Yoruma kapalı.