Çagdaş Toplum Değerleri -İnsan Hakları-

Çagdaş Toplum Değerleri -İnsan Hakları-

Giriş
İnsan haklarının üç ana dayanağı ya da üçlü yapısından söz edilebilir: insan haklarının felsefi dayanağı insan haklarının sosyolojik temeli ve insan haklarının normatif (hukuk kuralına ilişkin) yapısı.
Felsefi dayanak, İnsan haklarının düşünsel temellerini oluşturur. İnsan hakları (İH) sorunu, insanlık tarihi kadar eski olmakla birlikte, çağdaş insan hakları anlayışı XVII ve XVIII. yüzyılların ürünüdür.
İnsanın, sırf insan olmak sıfatıyla, doğuştan kimi hak ve Özgürlüklere sahip olduğu ve devlet tarafından bunlara dokunulmayacağı yolundaki temel düşüncenin bir sistem olarak ortaya çıkışı, XVII. yüzyıla rastlar. “Bireysel haklar öğretisi” “doğal hukuk” ve ‘Toplum sözleşmesi” varsayımlarına dayanır. Buna göre insanlar, toplum yaşamına geçmeden önce tabiat halinde yaşıyorlardı. Doğa ortamında tam ve sınırsız bir özgürlüğe sahiptiler. Sonradan aralarında sözleşme yaparak Devlet adı verilen siyasal topluluğu kurdular. Bu topluluğun oluşabilmesi ve yaşayabilmesi için gerekli olduğu ölçüde ilk özgürlüklerinin bir kısmından vazgeçtiler. Böyle bir varsayımın sonucu şudur: İnsanlar devletten önce onun hukukundan üstün birtakım doğal haklara sahiptiler. Devlet, kendinden Önce var olan bu doğal haklarla bağlıdır ve onlara saygı göstermek zorundadır. (Bu düşünce akımının başlıca temsilcisi İngiliz filozofu John Locke (1632-1704)’dur.:””,
Aslında toplum sözleşmesi ile devlete, bireylerin vazgeçilmez ve devredilmez hak ve özgürlüklerini koruma yükümlülüğü yüklenmiş oluyor. Devlet, toplum sözleşmesine uymaz ise, Locke’a göre, sözleşme bozulmuş olur ve ortadan kalkar halk itaat etmekle yükümlü olmaz ve tabiat halinde sahip, olduğu, bütün özgürlükleri geri alır,
Bununla birlikte çok geçmeden, tabiat hali ve toplum sözleşmesi varsayımları eleştirilerek rasyonel (akli) düşünce tarafından reddediliyor. Buna, Fransız ihtilalinden sonra gelişen “ferdiyetçi doktrin” (bireyci öğreti) öncülük etmiştir. Bireyci öğreti, insan haklarını açıklamak için, toplum sözleşmesi gibi yapma hipotezlere başvurmaksızın doğrudan doğruya insanı, insanın özünü ele almaktadır. Kişi hak ve özgürlükleri, bireyin yaradılışı itibariyle irade sahibi, Özgür ve tek gerçek varlık oluşundan ve devletin temel yapıcı öğesi olma niteliğinden kaynaklanır.
Tabiat hali ve toplum sözleşmesi, birer varsayım olsa da, özellikle insan -devlet ilişkisi çerçevesinde çağdaş insan hakları anlayışının temellerini bunların attığında kuşku bulunmamaktadır.
İnsan hakları düşüncesinin gelişimi, felsefi ve siyasal öğretiler bağlanımda günümüze değin sürmüştür. Bu düşünce o derecede yaygınlık kazanmıştır ki bir yandan “İnsan haklarının evrenselliğinden söz edilebilmekte, öte yandan “insan hakları ideolojisi” kavramı öne çıkarılmaktadır.

İkinci olarak, insan haklarının sosyal yapısından söz edilebilir. Çünkü İH, belli bir toplumsal evrimin ürünüdür. Felsefi temeli ve uygulanan siyasal sistem yönlendirici olmakla birlikte, insan haklarının sosyal yapısı belirleyicidir. Belli toplumsal ve iktisadi koşulların ortaya çıkardığı insan ilişkileri, birey-iktidar, insan-doğa ilişkileri, hak ve özgürlüklerin sosyolojik temelini oluşturur. Hukuk, insan haklarını belli bir toplumsal olgunlaşma aşamasından sonra tanır, düzenleme konusu yapar ve güvence altına alın hak ve Özgürlüklerin kullanım biçim ve sınırlarını belirler. Hukukun düzenleme konusu olduktan sonra da, toplumsal yapı, insan hakları üzerinde belirleyici özelliğini sürdürür.
Burada ilkin toplumsal etmenleri ele alacağız. İH’nın oluşum sürecinin toplumsal olaylara göre açıklanması, insan hakları düşüncesinin gelişiminden bağımsız değildir. İH’nın uygulamaya geçirilmesi ise, düşünceden eyleme, toplumsal hareketlerden hukukileşmeye uzanan dinamik gelişimin sonucudur (birinci başlık).
Günümüzde sahip olduğumuz ve yararlandığımız özgürlüklerin anlaşılması, insan haklarının dinamik yapısının ve bu konuda hukukun işlevinin bilinmesine bağlı görünüyor. Bu nedenle, önce oluşum sürecini, toplumsal etmenlerini eksen alarak açıklayacağız (I). Sonra, hak ve Özgürlükler rejimini (il) ele alacağız.

I-İNSAN HAKLARININ OLUŞUM SÜRECİ
Hak ve özgürlükler dayanağını çeşitli “gereksinimler”den alır ve belli bir oluşum sürecinden geçer. Hukuk kuralları başlangıçla, bir özlem, dilek ve istek olarak ortaya çıkar; sonra “hak işlemi” biçiminde somutlaşmaya başlar. Bu olgu günümüzde yararlandığımız hak ve Özgürlüklerin hemen hepsi için geçerlidir. Özgürlük düşüncesinin hukuk kuralına dönüşüm süreci, bunun yeni haklar bakımından yenilenebilirlik özelliği, tarihsel gelişim çizgisinde gözlenebilmektedir. Hak ve özgürlükler üzerinde ya da içinde “ideolojilerin payı” bu oluşum sürecinde açıkça görülmektedir. Fikri (düşünsel) düzlemden eylem alanına geçiş İnsan Haklarının evrenselliğini sağlayan bir öğedir aynı zamanda.
Gereksinimlerle “çelişkiler” arasında bağlantı kurulabilir. Gerçekten hukuk kuralının ön aşamasını oluşturan hak istemi, uyumsuzluğu ve çıkarlar çelişkisinin varlığını anlatır. Çelişkilerin derinleşmesi ve yaygınlaşmasıyla sorun onu savunanların da çemberini aşarak topluma mal olmaya başlar. Hak isteminin değişime uğrayıp hukuk tekniği aracılığıyla uyulması zorunlu kural (norm) halini almaya yönelmesi, güçler ilişkisindeki değişimi de yansıtır.
“Mücadele”, bu sürecin itici gücüdür. Elde edilmeleri yolunda verilen uğraş ve girişilen etkinlikler, hak ve özgürlüklerin türlerine göre farklılaşabilir; bunları sürükleyenler ise, toplumsal grup, katman ya da sınıflardır. İnsan haklarının geçmişten günümüze evrim süreci, değişik kuşaklar içinde “gereksinimler”, “çelişkiler” ve “mücadeleler” üçlüsünde toplumsal etmenleri somutlaştır.
Bu evrim süreci, İH’nı sınıflandırma konusuna ışık tutmaktadır. Zira oluşum dönemleri hak ve özgürlükleri bölümleme ölçütlerini de (türdeşlik, özneleri ve konulan yönlerinden) ortaya koymaktadır. İnsan haklarını üç başlık altında ele alabiliriz.

A – Kişi Özgürlükleri ve Siyasal Haklar (Birinci Kuşak)
Bugün klasik ya da geleneksel olarak adlandırdığımız “Kişi özgürlükleri ve siyasal haklar”, büyük ölçüde aristokrasi-burjuvazi çatışmasına dayanmaktadır. İki sınıf arasındaki çelişki ve çıkarlar çatışması, özellikle siyasal haklarda netleşmektedir. Ayrıcalıklar üzerinde kurulu feodal rejime karşı devrimci burjuvazinin verdiği mücadele, özgürlük ve eşitlik kavramlarının doğumuna kaynaklık etti. XVII. ve XVIII. yüzyıl devrimleri, feodal çağın kapanmakta olduğunu müjdelerken, beraberinde bir hak ve özgürlükler demeti de getirdiler. Klasik anlamıyla hak ve özgürlükler, burjuvazinin feodaliteye karşı verdiği mücadeleden doğdu. Gerçekte burjuvazinin çıkarlarını temsil eden klasik-liberal özgürlük anlayışı sınıfsaldı.
İnsan haklarının düşünsel ve tarihsel kaynakları daha eskilere gitmektense de XVII. ve XVIII. yüzyıllarda doğan “tabi hukuk” akımı ile “bireycilik öğretisi bugün klasik olarak nitelediğimiz Özgürlüklerin düzenlenişinin kuramsal verilerini sağlamışlardır. Feodalite-burjuva çelişkisi sonucu doğan hak ve özgürlükler, büyük düşünce akımlarının da etkisiyle, döneminin İngiliz-Amerikan ve Fransız haklar bildirgelerinde yer alarak hukuk düzeninin yapıtaşları haline geldiler. XIX. yüzyılda doğan ilk büyük anayasacılık akımı sonucu hazırlanan Anayasalar, ticaret ve sanayi burjuvazilerinin elde ettikleri iktisadi ve siyasal kazançları hukukileştirdiler. Birinci kuşak haklar, Amerikan ve Fransız devrimlerinden doğmuşlardır.
Burada sözkonusu olan, kişinin kendisi üzerinde serbest ta-sarrufu, düşünce ve davranışlarını serbest seçim naldandır. în: sanın bireysel ve bağımsız bir varlık alanı bulunur, bunun toplumsal yetki dışında kaldığı varsayıldın. Her bireyin’ özerkliği, yaşam ve davranış tercihini serbestçe belirleyebildiği özgürlük alanıdır. Buna ne devlet ne de üçüncü kişiler karışabilir. Dışarıdan karışılmaması, özgürlüklerin gerçekleşmesi için yeterlidir. Bu anlayışa göre herkes soyut olarak metinlerin tanıdığı olanaklardan yeteneklerine göre yararlanabilir. Burada özgürlük-özerklik özdeşliği geçerlidir,

B- Sosyal, İktisadi ve Kültürel Haklar (İkinci Kuşak)
XIX. yüzyılda eşitlik ve özgürlük herkese tanınmış idiyse de, bunlardan sadece küçük bir zümre yararlanabiliyordu. Bu dönemde tanık olunan toplumsal sefalet, işçinin içinde bulunduğu güç koşullar, bunun en belirgin kanıtlan idi. İşçi sınıfı sanayi devrimiyle birlikte bu ortamda doğdu ve toplumsal muhalefeti oluşturmakta gecikmedi. Çalışan kesimlerin XIX. yüzyılın ikinci yansında şiddetlenen mücadelelerinde, özellikle siyasal haklar ve iktisadi talepler ön plana çıkıyordu; seçme,_seçilme ve siyasal örgütlenme hakları çalışma olanaklarının düzeltilmesi’, iş olanaklarının yaratılması, toplumsal güvenliğin sağlanması, sendika ve grev hakları.
Siyasal haklar uğruna verilen mücadele ile sosyal haklar savaşımı aynı kaynaktan doğuyordu. Bu, iktisaden güçsüz durumdaki kitlelerin siyasi ve toplumsal eşitsizliklere karşı tepkisi . olarak nitelenir. Gerek siyasal gerek sosyal haklar, örgütlenme ve toplu eylem haklarını içeriyor. Başka bir anlatımla toplu özgürlüklerin kazanılmasında çalışan kitlelerin siyasal ve toplumsal mücadelesi önemli bir yere sahip bulunuyor.
Toplanma ve dernek özgürlükleri, her toplumsal harekette işçilerce hak olarak öne sürülmüş ve topluluklara mal edilmiştir. Ancak bunlar da toplu sosyal hakların kazanılmasında önemli bir işlevi yerine getirdiler. Sendikacılık hareketi de bu çerçevede işçi yığınlarının haklarım topluca korumak amacıyla örgütlenmeye başlamaları ile doğmuş ve gelişmiştir.
Siyasal partilerin “doğuşunda ise, gerek derneksel örgütlenme gerekse işçi sinirinin örgütlenmesi başlıca temeli oluşturmuştur. Oy hakkının genişletilmesi ile çalışan sınıfların siyasal eşitsizliklere karşı tepkisi sonucu siyasal katılma isteklerinin artması arasında sıkı bir bağlantı kurulmaktadır. Seçme hakkının demokratlaşması yirminci yüzyıla kadar süren uzun bir evrim geçirmiştir. Kamu iktidarlarının ayrıcalıklı sınıfların tekelinden kurtulması, seçme hakkının demokratlaşması olayı ile olmuştur.
Çatışma sınıfsal nitelik taşımayabilir de. Örneğin bugün tamamen doğal karşıladığımız “genel oy ilkesi” ancak yüzyılımızın ilk yarısında gerçekleşmiştir. Kadınların oy hakkından yoksun kılmışı, cinsiyetler arasındaki çatışmanın, erkek egemenliğinin sonucu idi.
Toplumsal hareketler ve* örgütlenme sürecinin, siyasal partilerin XIX. yüzyılın ortalarında doğup gelişmesinde oynadıkları önemli role karşılık, parti biçimindeki örgütlenme de, toplu özgürlüklerin bir boyutu olarak diğerlerinin gelişmesine, grup-ların toplumsal katmanlara yayılmasına önemli katkıda bulunmuştur. Yine işçi sınıfının siyasal parti biçiminde örgütlenmesi, sosyal haklar ve sendikal özgürlükler mücadelesini güçlendirmiştir.
Bu hareketlerin ve gelişmelerin öğreti planındaki etkenleri başında, sosyalist düşünce akımları ve pozitivist hukuk öğretisinin bireyci Özgürlük anlayışına yönelttiği eleştiriler gelmektedir. Marksist ve sosyalist kuramlar, burjuva özgürlük anlayışını biçimsel. özgürlükler olarak niteleyip-sistemli bir biçimde eleştirmiş, onun halk kitleleri için yetersiz olduğunu ortaya koymakla bireyci özgürlük öğretisinin değişmesine katkıda bulunmuşlardır.
Kısacası, iktisadi ve toplumsal hakların tanınması, örgütsel mücadeleler ve bir evrim süreci içerisinde gerçekleşmiştir. Toplu özgürlüklerin evriminde ve tanınmasında anılan düşünce akımlarına koşut olarak çalışan kesimlerin yükselişi, özellikle işçi sınıfının doğuşu ve eylemleri belirleyici olmuştur.
Eşitliğin öne çıkmasıyla özgürlüklerin toplumsallaşması, bir yandan emekçi sınıfların mücadelesinde, öte yandan sosyal devlet kuramında anlam kazanır. Geçen yüzyılın ortalarından itibaren hukuk metinlerince tanınan sosyal ve kültürel haklar, XX. yüzyılın başında Anayasalarca (1917 Meksika, 1919 Almanya, 1924 Sovyetler Birliği) düzenlenecektir. Sözün özü, toplumsal etmenleri geçen yüzyılda hazırlanmış bulunan ikinci kuşak hakların güvence altına alınarak uygulamaya geçirilmesi yüzyılımızın olgusudur.
Özetle, ikinci kuşak haklar, insanı içinde bulunduğu toplumsal ortam ve koşullan da gözününe alarak hak öznesi yapmaktadır. Soyut özgürlük yerine eşitlik ilkesini öne çıkarmakta, insanların sahip olduklar özgürlüklerden yararlanabilmeleri için gerekli olanakların sağlanması önem taşımaktadır. Bu hak ve özgürlüklerin gerçekleşmesinde devletin konumu değişmekte, Sosyal Devlet anlayışı geçerli olmaktadır.

C) Dayanışma Hakları (Üçüncü Kuşak)
İkinci Dünya Savaşından sonra hak ve özgürlükler, uluslararası ilişkilerin gelişmesi ve uluslararası örgütlerin kurulması (BM Teşkilatı) ile uluslararası düzlemde gündeme gelmeye başladı. Bunda, özellikle sömürgeden çıkan Üçüncü Dünya devletlerinin baskısı rol oynamıştır. “Dayanışma hakları” adı verilen kuşağı doğuran etmenlerin başında, bilimsel ve teknik ilerlemelerin ortaya çıkardığı sorunlar yer alıyor. Nükleer teknoloji ile atom çağma girilmiş; nükleer yayılma ise insanoğlunun yaşarkalma (varlığını sürdürme) sorununu gündeme çıkaracak boyutlara varmıştır. İnsan çevresini tüketen sınırsız ve denetimsiz sinai büyüme yanında, kalkınmakta olan ülkeler ve bağımsızlığına henüz kavuşmuş azgelişmiş Devletlerin karşı karşıya bulunduğu ciddi sorunlar da İnsan hakları üzerinde yeniden düşünmeyi gerekli kılmıştır. Kısaca toplumsal ve uluslararası dengesizlik ve çatışmalar, dayanışma hakları’nın hukuk Öncesi temelini oluşturur. Gelişme sorunu, “toplumsal ve ulusal üstü topluluklar arasındaki dengesizliklerin damgasını taşıdığından gelişme hakkı kaynağını yerel, bölgesel ve evrensel ölçekteki dengesizliklerde, çekişme ve çatışmalarda bulur. Benzer bağlamda, İnsan Haklarının tümden yadsınması olan savaşla barış çelişkisi, silah üretim aygıttan ve uluslararası çıkar-sömürü düzeni, barış özlemini hak istemine dönüştürmekte gecikmeyecektir. Sınai ve teknolojik ilerlemenin çevrede yol açtığı zararlar, kuşkusuz toplumlar için bir çelişki ve bilinçlenme yaratmış, bu ise, yeni istemleri gündeme getirmiştir. Dengeli, uyumlu ve korunmuş çevre Özleminde birey olarak her insana gerekli temiz ve sağlıklı çevre isteği ötesinde, konu insan türünün soyunu sürdürme sorunsalında düğümlenmiştir.
Son yarım yüzyılın (ilerleme, değişim, bozulma, tehlike… sözcükleriyle özetlenebilecek) olgulan ışığında yapılan çalışma ve öneriler, insan hakları alanında tanık olunan tarihsel evrim sürecinin uzantılandır. Bütün bu gelişmelerin sonunda 1982 yılında şu dört hak ayrıntılı biçimde düzenlenecektir: Çevre hakkı, gelişme hakkı, banış hakkı ve insanlığın ortak mal varlığına saygı hakkı.
Bölgesel ve uluslararası ölçekte harcanan çabalar sonucu geliştirilen, toplu ve bireysel gereksinimlere dayanan dayanışma hakları, İH genel kuramının evriminden türemiş ise 4e, insan hakları’nın “toplumsal kaynaklan”nın süreğenliğinden söz edilebilir. Gerçekten iki yüzyıl boyunca savaşlara, karşı koymalara, dalgalanmalara ve soykırımlara karşı insan hakları düşüncesi ilerliyor, gelişiyor ve kökleşiyor. Bu olgu, yaklaşım açımızı doğrulamaktadır. Çünkü tersi bir ortamda insan hakları toplumsal dayanaklarından yoksun kalırdı.
21Bir istemin hukuken ilan edilen hakka dönüşümünün kendine özgü mantığı bulunmaktadır. Bu dönüşüm ilkesinde hukuksal çalışmanın özgüllüğü, konuya ilişkin toplumsal isteği, hukuk tekniği aracılığıyla genel ve evrensel bir etki yaratan biçimlendirme noktasında toplanmaktadır. Geçiş süreci, ilgili kişi ve grupların, toplumsal hareketlerin birlikte ortaya koydukları eylem ve faaliyetlerle belirlenir.
Hak olarak öne sürülen istemin kabul edilmesi yürürlükteki hukuk sisteminin iç mantığıyla uyum sağlamasına bağlıdır. “Uyum” çatışmayı dışlamaz. Uyum iki hakkın karşılıklı “uzlaşması” biçiminde anlaşılabileceği gibi, doğası gereği ya da ortaya çıkan nedene göre, birinin ötekini kayırması biçiminde de yorumlanabilir. Örneğin çevre hukukunun gelişmesi bir Hukuk Devleti’nde (dolayısıyla demokratik sistemde), teknik ilerleme ve ekolojik dengeler arasındaki “uzlaşma” arayışım simgeleştirir.

– H-İNSAN HAKLARININ REJİMİ
İnsan haklarından yararlanma biçim ve koşullarını bunların düzenlenme biçimleri belirler. Bu nedenle, yürürlükteki hukuk kurallarının çağdaş hak ve Özgürlükler için nasıl bir sistemi yansıttıkların bilinmesi önem taşımaktadır. Başlıca üç öğe İH’nın hukuki rejimini ortaya koyar. Bunlar, hak ve özgürlüklerin tanınması, güvence altına alınması ve sınırlarının belirlenmesidir.

A) Tanıma
İnsan hakları, genellikle devletin en üst düzeyde hukuk normu olan anayasaca tanınır. Varlık nedeni hak ve özgürlüklerin güvencesi olan demokratik anayasalar insan haklarını ilk bölümlerinde tanıyıp düzenler. Bu temel yönlendirici ve emredici İlkeler, devletin yapısı ve görevlerine ilişkin sonraki bölümleri biçimlendirir.
Bizde de, 1876 Anayasasından bu yana, Anayasalarımızın tanımış olduğu hak ve özgürlükler demeti giderek genişlemiştir. Önümüzdeki yıllarda, XXI. yüzyılın başlarında hazırlanacak yeni bir Anayasanın, tanınmış olan hak ve özgürlükler kategorisine yenilerini eklemesi, hem doğal hem de gereklidir.
Hemen belirtelim ki, bir toplumda hukuken tanınmış olan hak ve özgürlükler, sadece Anayasa metninde yer alanlarla sınırlı olmayabilir. Başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yüksek yargı organları, kararlarıyla (içtihatlarıyla) Anayasanın öngörmediği kimi hakların geçerliliğim kabul edip hukuk sistemine dahil edebilir. Bunun gibi, bir devletin onaylayıp yürürlüğe koyduğu İnsan hakları Sözleşmeleri’nde yer alan haklar da iç hukuk düzeninin parçası haline gelirler. Eğer, Anayasa’da açıkça yer almayan bir hakkı Sözleşme öngörmüşse, bu hak iç hukukta da tanınmış olur. Anayasamızın 90. maddesi uyarınca, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir.” Örneğin Çocuk hakları Sözleşmesi, TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe girdiğinden, çocuklara tanınan hakların Anayasamızda ya da yasalarımızda yer alıp almadığına bakılmaksızın uygulanması sözkonusudur.
Burada şu soruyu açıklığa kavuşturmak yerinde olur: Hangi hak ve özgürlüklere sahip bulunuyoruz?
Bu soruya, ayrıntıya girmeksizin, insan haklarının evrim sürecini gözönüne alarak üçlü ayrımla kabaca şöyle bir çizelgeyle yanıt verilebilir:
– Kişi özgürlükleri ve siyasal haklar
a) Bireysel özgürlükler
-Bedeni özgürlükler (yaşam hakkı, bedenine sahip olma hakkı, özel yaşam özgürlüğü, güvenlik hakkı, seyahat Özgürlüğü)
-Düşünce özgürlükleri (düşünce özgürlüğü, inanç, vicdan ve din özgürlüğü)
b) Toplu eylem özgürlükleri -Demek özgürlüğü
-Toplanma, yürüyüş ve gösteri özgürlükleri
c) Siyasal haklar
-Seçim hakkı (oy hakkı, aday olma Özgürlüğü, siyasal parti
özgürlüğü) -Katılma hakları
2.- Sosyal, iktisadi ve kültürel haklar
a) Sosyal haklar -Çalışma özgürlüğü ve hakkı -Sosyal güvenlik hakkı (sağlık hakkı)
-Toplu sosyal haklar (sendika özgürlüğü, grev hakkı, toplu sözleşme hakkı)
b) İktisadi haklar -Mülkiyet hakkı -Girişim özgürlüğü
c) Kültürel Haklar
d) Eğitim hakkı ve Öğrenim özgürlüğü -Sanatsal yaratma ve ifade Özgürlüğü -Toplumsal iletişim özgürlükleri (basın özgürlüğü, görsel-işitsel iletişim özgürlüğü-R.TV)
3 – Dayanışma hakları
a) Çevre hakkı
b) İnsanlığın ortak mal varlığına saygı hakkı
c) Banş hakkı
ç) Gelişme hakkı

B) İnsan Haklarının Güvence sistemi
İnsan haklarına saygı, olanın ihlal edilmemesi ve yat edilmemesi için, zedeleyici engellerin veya ihlal durumunun giderilmesi için bir koruma sistemi gereklidir. Öyle ki, güvence ku-rallan ve kurumlan, sadece saygı ya da ihlal durumunun ortadan kaldırılması ile sınırlı kalmaz, yaptırım da uygular.
İnsan haklarının güvenceye bağlanması, onlara yönelen tehditlerin ağırlığı ve çeşitliliği ölçüsünde güçleşmektedir. Sorunun boyutlan ve karmaşık özelliği, devlet içerisinde çözümü olanaksız kılmakta, en azından zorlaştırmaktadır. İki nedenle: birincisi, insan hakları-devlet karşıtlığı sözkonusu olduğundan, ihlalin asıl kaynağı devlettir, ekincisi ise, insan haklarının uluslararası boyutundandır. İH, görüldüğü üzere, İkinci Dünya Savaşından itibaren uluslararası nitelik kazanan bir değer haline gelmiştir. Bu değer, koruma mekanizmasını da içermektedir. İşte, uluslararası güvence sistemi değinilen bu iki gereklilikten kaynaklanmaktadır. Şu halde İH güvence sistemi, ulusal ve ulusal-üstü olmak üzere iki ayn düzeyi ve boyutu kapsamına almaktadır.
1.- Devlet içerisinde hak ve özgürlük güvenceleri
Bir toplumda insan haklarının korunabilmesi için öncelikle, devletin yapılanma biçimi buna elverişli olmalıdır; sonra, Ana-yasa’da hak ve özgürlüklere uygulanabilen normatif ölçütler öngörülmelidir. Ayrıca doğrudan İH’nı koruma ereğiyle bağımsız birimler kurulmalıdır.
a) ‘Hukuk Devletinden’ sosyal devlet’e
Devlet o şekilde yapılandırılmalıdır ki, hem birey haklarım ihlal edemesin, hem de özgürlüklerin koruyucusu olsun. Bunun için ilkin devletin hukukla bağlı olması gerekir. Hukuka saygılı devlet, Hukuk Devleti kuram ve uygulaması ile ortaya çıkmıştır. Bunun anlamı, kamu kurumlan ile yurttaşların hukuk kuralları önünde eşit olması demektir. Gerçekten, son yüzyıllara gelinceye değin hukuk sadece bireyler için bağlayıcı olmuş, devlet ise tek yanlı uygulamalarıyla dilediği biçimde hareket etmiştir.
İşte Hukuk Devleti ve İnsan hakları öğretisinin gelişimiyledir ki, devletin kendisi de hukuk kurallan kalıbına sokulmuştur. Bu da, tıpkı İH’nın gelişimi gibi XVIII. yüzyıldan itibaren gerçekleştirilmeye başlanmıştır.
Şu halde ne demektir Hukuk Devleti? Yasallık ilkesi, hukuk devletinin kurucu öğesi ise de yeterli değildir. Aynca, devletin belli bir biçimde yapılanması ve buna uygulanan hukukun belli özelliklere sahip bulunması gerekir.
Devlette erkler (iktidarlar) ayrılığı ilkesi geçerli bulunmalı ve yargı bağımsız olmalı. Hukuk’ta ise, normlar hiyerarşisi ilkesi geçerli bulunmalı ve içerik yönünden, yasaklayıcı değil olanak tanıyıcı, özgürlükçü olmalı.
Devlet’in temel görevlerinin yasama (Parlamento), yürütme (Hükümet) ve yargı (Mahkemeler) arasında bölüştürülmesine erkler ayrılığı ilkesi adı verilir. (Anayasamız, 7., 8. ve 9. maddelerinde bu ayrımı yapmaktadır).
Yasayı yapan kurumla (Parlamento), onu uygulayan organın (Hükümet) ve yasaların uygulanmasında ortaya çıkan uyuşmazlıktan çözüme bağlayan makamların (Mahkemeler) birbirinden ayrılması, Devletin bir bütün olarak sahip olduğu üstün, gücünü böler ve sınırlar. Bir iktidar diğerini frenleyeceğinden, göçlerin dengelenmeliyle Devlet aygıtının birey hak ve özgürlükleri için tehdit oluşturma özelliği azalır.
Günümüz demokratik rejimlerinde yasama ve yürütme siyasal nedenlerle birbirine çok yakın iseler de, yargının özel bir konumu bulunmaktadır. Çünkü, mahkemeler, diğer devlet organlarını olduğu gibi yurttaşlan da yargılar. Öncelikle mahkemeler, bireyler arasında ortaya çıkan çekişmeleri, hak ihlallerini çözüme bağlar (Adli yargı). Sonra, hükümet dahil, bütün resmi kurum ve makamların işlem ve eylemlerini denetime tabi tutar; hukuka aykırılıkları ve özgürlük ihlallerini saptar; ilgili makamları yargılar ve mahkum eder (İdari Yargı). Eğer yasalar Anayasaya aykırı ise bu kez Anayasa Mahkemesi onları iptal eder (Anayasa, mi„ 1.48).
Görüldüğü gibi, toplumda hukukun adil ve eşit olarak uygulanmasını sağlayan, gerçeği saptayan, haklı olanı dile getiren ve bu konuda kesin nitelikte karar veren organlar mahkemelerdir. Bu nedenle bunların bağımsız olmaları gerekir. Anayasamıza göre, mahkemelerin bağımsızlığı, “Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vermeleridir” (m.11138). Bu çerçevede, “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz. Yasama ve yürütme organlan ile İdare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarım hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.”
Hukuk kurallarının aşamalı yapısı (normlar hiyerarşisi), ancak erkler ayrılığı ilkesinin geçerli olduğu bir devlette varolabilir. Bunun özelliği, devlet içerisinde, farklılaşmış bir hukuk kuralları dizgesinin oluşturulması ve altta yer alan kuralların üsttekilere, hepsinin de en üstün norma, yani Anayasaya uygun kılınmasıdır. Yönetmeliğin tüzüğe, tüzüğün yasaya ve bunun da anayasaya uygun olma gerekliliği ve aykırı olanın ayıklanması, normlar hiyerarşisinin zorunlu sonucudur.
Kuralların aşamalı yapılanma biçimi, Özgürlükçü bir hukuk düzeni için önemli bir araçtır. Zira, insan haklarını İhlal eden işlem ve düzenlemeler, böyle bir yapılanmanın dışına çıkarılır. Toplumsal ilişkileri düzenleyen kurallar, devlet şeklinde örgütlenmesini tamamlamış her toplumda mevcut olmakla birlikte, bunların hak ve özgürlükleri, sınırlayıcı ve yasaklayıcı değil, olanak verici ve düzenleyici nitelikte bulunması önem taşımaktadır.
Devlet ve hukuka ilişkin bu yapılanma, ancak demokratik rejimde olanaklıdır. Yönetilenlerin yönetenleri seçtiği ve ülke yönetimine katılabildiği rejimdir demokrasi. Hukuk devletinde yönetim biçimi demokrasidir, yönetilenler, özgürdür. İnsan hakları, demokratik rejimin normatif altyapısıdır. Özetle, eğer bir toplumda geçerli hukuk kurallan, insan hakları temeline dayanmıyorsa o ülkede demokratik rejim var olamaz. Bu konuyu Anayasalarımızla somutlaştırabiliriz:
1961 Anayasasına göre, “Türkiye Cumhuriyeti, insan hak-larına dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” (md.222). 1982 Anayasası, bunu “insan haklarına saygılı” ifadesine dönüştürmüştür (md.22). Görüldüğü üzere, birincisinde insan hakları, devletin ya da Cumhuriyetin temelini oluştururken, ikincisinde Devletle insan hakları arasındaki ilişki “saygı” ile sınırlı tutulmaktadır.
İnsan haklarının anayasa’nın başında yer alması önem taşımaktadır. Zira, yukarıda belirtildiği gibi, sonraki maddelerinde.

Devletin temel kurumlan, bu ilkeler ışığında biçimlendirilmek-tedir. Gerçekten, 1961 Anayasası, hak ve özgürlüklerle bunların güvencelerine öncelik tanıdığı halde, 1982 Anayasası yöneticilerin yetkilerini arttırmaya öncelik tanımıştır.
Hukuk Devleti, kişi özgürlükleri ve siyasal hakların (birinci kuşak) vazgeçilmez bir güvencesidir. Burada devletin konumu, “en az devlet” nitelemesine uygun düşer. Fakat, sosyal ve kültürel hakların (ikinci kuşak) gerçekleşmesi, Sosyal Devlet anlayışının benimsenmesi ve uygulamaya konması ile mümkün olabilmiştir. Sosyal devlet, toplumsal adaleti ve dengeyi, barışı sağlamak amacıyla toplumsal ve ekonomik yaşama etkin müdahale eden devlet anlamına gelir. Sosyal ve kültürel hakların gerçekleşmesi için devletin düzenleyici ve yapıcı faaliyetlerde bulunması gerekir. Devlet, en zayıf toplumsal katmanlan koruyucu bir sosyal politikayı yürürlüğe koymakla yükümlüdür. Bu nedenle sosyal devlette, özgürlük anlayışı “özgürleştirme” biçiminde de dile getirilebilir.
Sosyal devlet anlayışı, klasik hakların değerinden düştüğü veya Hukuk Devleti’nin aşıldığı anlamına gelmez. 1961 Anayasası, “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez’, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.” (m.110/1) şeklindeki temel kuralıyla birinci kuşak hakları; “Devlet, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşamayacak surette sınırlayan siyasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri kaldırır, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartlan hazırlar.” (m. 110/2) hükmüyle sosyal hakları güvence altına almıştır. Bu aynı zamanda, sosyal devletin insan hakları açısından tanımıdır. Hukuk devletinin varlığı ile gerekliliği tartışma konusu yapılmamaktadır. Çünkü, o daha genel ve üst bir kavramdır; Kaldı ki, Anayasamıza hukuk devleti kavramı, sosyal devlet kavramıyla birlikte 1961’de girmiştir. Kısacası, sosyal devlet, hukuk devletini, özellikle sosyal haklar yönünden tamamlayan bir devlet anlayışıdır. Birincisinde, yasa önünde eşitlik ilkesi belirleyici; ikincisinde ise, toplumsal eşitsizliklerin törpülenerek fırsat ve olanak eşitliğinin geçerli kalınması da hedeflenir.

b) Ana Ölçütler
Yasama organı, hak ve özgürlükleri, ancak “anayasaya uygun” olmak kaydıyla düzenleyebilir veya sınırlandırabilir. Bu “uygunluk kaydı”nda aşılmaması gereken sınırlar da yer alır. İşte, anayasanın öngördüğü kimi temel ölçütler, yasama organının nerede duracağını gösterir ve tanınmış olan hakların güvencesini oluşturur. Örneğin 1961 Anayasası, temel hak ve özgürlüklerin, “Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilmesine” olanak tanırken, “Kanun bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.” (md. 11) kuralını da getiriyordu Buna karşılık 1982 Anayasası, “temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamalar demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaz ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamaz.” (md.13/2) hükmünü Öngörmektedir.
Birincisinde, “özgürlüğün Özü” kriteri güvence oluşturur; çünkü Parlamento buna dokunamaz. İkincisinde ise, “demokratik toplum düzeni” bir koruma ilkesidir; çünkü, yasa bu düzenin gereklerini aşamaz. Aynca amacı dışında sınırlama öngöremez; yani ölçülülük ilkesine uymak zorundadır. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, demokratik toplumun öğelerini, çoğulculuk, hoşgörü ve açıklık düşüncesi (yani saydamlık) şeklinde belirlemiştir.
Kolayca anlaşılacağı üzere, değinilen Ölçütler, bir önceki başlıkta ele alman kuram ve kavramları tamamlar ve anlamlı kılar.

c) Özerk kurumları geliştirme gereği
İnsan haklarının evrenselliği düşüncesi giderek yaygınlaşarak kök salmaya devam ediyor. Fakat, toplumsal, iktisadi ve siyasal yapı da gitgide daha karmaşık hale gelmektedir. Bu bağlamda İnsan haklarının gerek normatif gerekse sosyal yapısı girift bir ilişkiler yumağım andırmaktadır. Bu nedenle artık, erkler ayrılığı ilkesine dayanan klasik devlet yapılanması da kendi basma özgürlükleri korumaya yeterli olamıyor. İşte, insan haklarını güvenceleme amacıyla gündeme gelen özerk ve bağımsız birimler, söz konusu yetersizliğe bir yanıt şeklinde yorumlanabilir.
Bunlar, “Ombudsman”, “kamu denetçisi”, “Parlamento Komiserliği”, “Halkın Avukatı” gibi adlar verilen kurumlardır. Gerçi, İsveç kökenli olan Ombudsman, idare’nin yasalara ve hukuka uygunluğunu denetim amacıyla kurulmuştur. Ancak günümüzde, kamu makamlarının işlem ve eylemleriyle yurttaş hak ve özgürlüklerini ihlal etmelerine karşı önemli bir koruma işlevini yerine getirmektedir. Halkın Avukatı adı verilen kuram ise daha yeni olup, özel olarak İnsan Haklarını korama ereğiyle çağdaş Anayasalarca öngörülen bir birimdir. Bunun özelliği, Parlamento, Hükümet ve Mahkemeler dışında, herbiriyle ilişkili, fakat onlardan bağımsız bir birim oluşudur. Kaynağı ne olursa olsun hak ve özgürlükleri ihlal edilen bireylerin başvurusuyla harekete geçen ve sorumlu makamlar üstünde araştırma ve izleme yetkileri kullanan, gerektiğinde zaman geçirilmeksizin yargı organlarını harekete geçiren bir mekanizma.
Türkiye’de de Halkın Avukatı benzeri bir güvence kurumuna gerek duyulmaktadır. Bir Devlet Bakanının insan haklarından sorumlu kılınması ve İnsan hakları Bakanlığı kurma yolundaki çalışmalar, ülkemizde giderek artan ve çeşitlenen hak ihlallerine çözüm arayışıdır. Bununla birlikte, idari—siyasal nitelikteki bir Bakanlık Teşkilatının özgül bir insan hakları güvencesi oluşturması oldukça güçtür. Çünkü ihlaller, daha çok, idari—siyasi nitelikli birimlerden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, ülkemizde de, özerk ve yansız bir statüye sahip olan ve uzman kişilerden oluşan bir” İnsan hakları Koruma Birimi”nin oluşturulması gerekmektedir.
Devlet içerisindeki güvence mekanizmasını bu şekilde özetledikten sonra şu iki noktanın altı çizilmelidir. Birincisi, devlet-insan hakları ikilemi, yine devlet-insan hakları diyalektiği ile aşılmaya çalışılmaktadır. Bunun anlamı şu: Devlet, hem hak ve özgürlükler için tehdit kaynağı, hem de onları koruma aracı. İkinci olarak, devletin bu özelliğine yanıt vermesi için bir yandan devlet anlayışının evrimi (hukuk devleti, sosyal devlet), öte yandan devlet aygıtı içerisinde de yeni birimlerle dönüşümün sağlanması (erkler ayrılığı, özerk ve bağımsız birimler gibi) sözkonusu. Fakat öyle görünüyor ki, XXI. yüzyılın devleti bunları
da aşmak zorunda kalacak. Çünkü, dayanışma haklarım bugünkü anlayış ve yapılarla gerçekleştirmek zor gözüküyor. Bu hakların uygulamaya konması, devlet-insan birlikteliğini gerekli kılabileceği gibi, örneğin doğa karşısında her iki kesime de ödevler yüklenebilecek. Belki de devlet, “dayanışmacı devlet”, “çevre devleti” gibi yeni kavramlarla ifade edilecek.
2.- İnsan haklarının uluslararası alanda korunması
Hak ve özgürlükler, ilke olarak devlet sınırlan içerisinde kullanılır; ancak, uluslararası alanda kabul edilen belgelerin oluşturduğu düzenek ve kurumlar, özellikle devlet üzerinde insan hakları adına denetim işlevini yerine getirirler. Günümüzde insan, hakları sayesinde uluslararası hukukun öznesi konumuna yükselmiştir. Ulusal-üstü ya da uluslararası alanda geçerli koruma sisteminde aşamalı olarak üç düzeyden sözedilebilir:
-İnsan hakları Bildirgeleri
-İnsan hakları Sözleşmeleri
-insan hakları Mahkemeleri

a) Bildirgeler
Başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere, uluslararası kuruluşlarca hazırlanıp ilan edilen İnsan hakları belgeleri, bildirge (beyanname) niteliğinde kaldığı sürece onları imza eden devlet açısından bağlayıcı bir güce sahip olmaz; söze bağlılık ilkesi gereği, daha çok moral (manevi) bir etkiye sahip olurlar. Bunlar içerisinde en tanınmışı 10 Aralık 1948 tarihinde BM Genel Kurulunca kabul ve ilan edilen “İnsan hakları Evrensel Bildirgesi”dir. Bu belgenin özelliği, Birleşmiş Milletler üyesi hemen hemen bütün devletlerin ilk kez bir ortak insan hakları ülküsünde anlaşmış olmalarıdır. Bu belgede, 1948’de İH alanında ulaşılmış bulunan anlayışın bir sentezini (birleşimini) görmek mümkündür. Bu bakımdan, birinci ve ikinci kuşak hakların önemli bir kısmı Bildirge’de yer aldığı gibi, yeni hadann temelleri de atılmış olmaktadır.
Evrensel Bildirge, devletler için bağlayıcı nitelik taşımamakla birlikte, daha soma hazırlanan -birazdan değineceğimiz uluslararası Sözleşmeler için önemli bir temel oluşturdu; aynca birçok devlet, Bildirge’de yer alan hak ve özgürlükleri anayasal metnine dahil etti.
Bunun dışında Birleşmiş Milletlerce hazırlanan, Çocuk Hakları Bildirgesi, İşkencenin Önlenmesi Bildirgesi gibi birçok metin, daha sonra “Sözleşme” olarak kabul edildi. Ancak bazı-lan -Gelişme Hakkı Bildirgesi” gibi-, devletler açısından bağlayıcı olmayan birer belge özelliğini sürdürmektedirler.
Ekleyelim ki, üçüncü kuşak haklara ilişkin belgelerin önemli bir kısmı henüz bildirge niteliğindedir.

b) Sözleşmeler
İnsan Haklarına ilişkin uluslararası antlaşma, sözleşme ,pakt ve protokoller, bunları onaylayan devletler açısından bağlayıcı nitelik taşır. Bu tür insan hakları belgelerinin “Bildirgelerden ileri yönü, denetim yollarını da öngörmesidir. Bu konuda BM Teşkilatı İnsan hakları Komisyonu genel yetkili bir organ ise de, her sözleşme kendi denetim sistemini yaratır.
Örnek olarak, “İşkence’ye ve Başkaca Zulmedici, İnsanlık dışı yada Aşağılayıcı Ceza ve İşlemlere Karşı BM Sözleşmesi” ile “İşkencenin ve İnsani Olmayan ya da Küçültücü Ceza ve İşlemlerin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesini belirtebiliriz. Bunlar ayrı ayn, taraf devletler yurttaşlarından oluşan birer “Denetim” komitesi öngörürler. Komiteler, ilgili devletleri ziyaret edip, inceleme ve araştırmalar yoluyla denetim yetkilerini kullanılırlar. Türkiye, adı geçen her iki sözleşmeyi de onayladığı için (Resmî Gazete: 10 Ağustos 1988 ve 27 Şubat 1988), sözkonusu denetim sistemine bağlıdır.
Daha önce değindiğimiz 1966 sözleşmelerini de anımsayalım: “Kişi Özgürlükleri ve Siyasal Haklar Uluslararası Paktı” ve “iktisadi, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Paktı”. 1976’da yürürlüğe giren bu belgelerden ilki, birinci kuşak hakları, diğeri ise ikinci kuşak hakları düzenler. Taraf devletlerin sözleşmede yer alan hak ve özgürlüklere saygı gösterip göstermediğini denetlemek amacıyla birincisi bir “İnsan hakları Komitesi”, ikincisi ise, “Ekonomik ve Sosyal Konsey” oluşturmuştur.
10 Aralık 1948 tarihli İnsan hakları Evrensel Bildirgesi temel alınarak BM örgütünce hazırlanan 66 pakttan Türkiye tarafından henüz imzalanıp onaylanmış değildir.
Buna karşılık Türkiye, “Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı” çerçevesinde hazırlanan belgelere ve oluşturulan insan haklarını koruma sistemine taraftır. Bu konuda, 1 Ağustos 1975’te imzalanan Avrupa İşbirliği ve Güvenlik Konferansı (AGİK) Nihai Belgesi, insan hakları konusunda önemli hükümler içermektedir. AGİK sürecinde, Avrupa’da güvenlik ve insan haklarının geliştirilmesine ilişkin birçok belge imzalanmış, ancak Paris zirvesi bir dönüm noktası oluşturmuştur. 19-21 Kasım 1990’da Paris’te toplanan AGİK Doruk Konferansında kabul edilen “Yeni Bir Avrupa için Paris Şartı”, demokrasi, hukuk devleti ve insan haklarının korunması üzerine Önemli ilkeler koydu, varolanları doğruladı. Kendine özgü denetim mekanizmalarını da öngören AGİK, daha sonraki yıllarda değişik Avrupa başkentlerinde toplantılar düzenlemiş, “insani boyut” öncelikli belgeler kabul etmiştir. Nihayet, 1995’te, Konferans, “Örgüte dönüştürülerek “Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı” adını almıştır.
İnsan haklarını korumaya ilişkin uluslarası belgeler çok çeşitlidir. bunların bir kısmı genel sözleşmeler niteliğindedir. Örnekler: Kişi Özgürlükleri ve Siyasal hakları Uluslararası Paktı (evrensel Ölçekte geçerli), İnsan hakları Avrupa Sözleşmesi, İnsan hakları Amerikan Sözleşmesi, Afrika İnsan ve Halklar Hakları Şartı (bunlarsa bölgesel ölçekte geçerli).
İkinci kategori, özgül (spesifik), yani belli alanlara ilişkin sözleşmelerdir. Örnekleri: “İşkence, İnsanlıkdışı ya da Küçültücü Ceza ya da Davranışların Önlenmesi Avrupa Sözleşmesi”, “Zorla Çalıştırmanın Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmesi”.
Üçüncü kategori ise, belli kesimlerin korunması amacım güder. Örnekler: “Göçmen İşçinin Hukuki Statüsüne İlişkin Avrupa Sözleşmesi”, “Kadınların Siyasal hakları üzerine Sözleşme”.
Nihayet, ayrımcılıkların ortadan kaldırılmasına ilişkin sözleşmeler belirtilebilir: Örnekler: “Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılmasma Dair Sözleşme”, “Çocuk hakları” Sözleşmesi.
Günümüzde yürürlükte olan insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşme, antlaşma, pakt, şart ve protokol sayısı yaklaşık lOÜ’dür. Türkiye ise, yarısından azını, 40 kadarını onaylayıp yürürlüğe koymuştur.
Sonuç olarak şu söylenebilir: Türkiye’nin, “insan hakları uluslararası güvence sistemi” içerisindeki yeri, sayı olarak genel ortalamanın altındadır. Ülkemizde insan haklarının ilerletilmesi için uluslararası koruma sistemine daha çok önem verilmesi gerekiyor. Aslında, buna verilen önem derecesinde ülkemizin uluslararası alandaki saygınlığının da artacağı kuşkusuzdur.

c) Mahkemeler
Devletlerin insan haklarına ilişkin uygulamaların denetlemek amacıyla ulusal-üstü alanda kurulan mahkemeler, en güçlü koruma sistemini oluşturmaktadırlar. Ancak bunlar, “İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi” ve “İnsan hakları Amerikan Mahkemesi” olmak üzere iki tanedir. Burada Türkiye’nin de taraf olduğu, İnsan hakları Avrupa güvence sistemi üzerinde durulacak.
4 Kasım 1950 tarihinde Roma’da imzalanan 3 Eylül 1953’te yürürlüğe giren ve Türkiye tarafından 10 Mart 1954’te onaylanan “İnsan hakları ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi” üç organ öngörmektedir: İnsan hakları Avrupa Mahkemesi (Divanı), İnsan hakları Avrupa Komisyonu ve Bakanlar Komitesi. Bu üç organdan Komisyon, yargı organına benzer; Bakanlar Komitesi ise, siyasal ve diplomatik nitelik taşır. Her üç organ birlikte, İnsan hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS)’ne taraf olan devletler için “toplu güvence sistemi” oluşturur. Fakat Sözleşme, sadece kişi özgürlükleri ve siyasal hakları düzenlemiş olduğundan, öngördüğü koruma sistemi de yalnızca birinci kuşak özgürlükler için geçerlidir.
Sistemin işleyişi: Üye devletler birbirine karşı Sözleşme hükümlerine uymadığı gerekçesiyle Komisyona şikâyette bulunabileceği gibi, kişiler de haklarının çiğnendiği savıyla Komis-yon’a gidebilirler (bireysel başvuru hakkı). Böylece denetimin ilk aşaması başlar. Başvuruyu, kabul edilebilirlik yönünden inceleyen Komisyon, kabuledilebilir gördüğü davalarda, önce olay-lan saptar ve taraflar arasında dostane çözüm girişiminde bulunur. Eğer soruna dostça bir çözüm bulunursa dava sona erer; basan sağlanamaması durumunda Komisyon bir rapor hazırlar. Bununla ikinci ve son aşamaya geçilmiş olur.
Bir insan hakları uyuşmazlığı doğrudan Mahkeme’ye (Divan’a) götürülemez. Dostça çözüm bulamayan Komisyon’un, Sözleşmenin ihlal edilip edilmediğine dair gerekçeli rapor Mah-keme’nin çalışmasına temel oluşturur. Davayı, Mahkeme’ye, davalı veya davacı devlet ya da Komisyon götürebilir. Mahkeme’nin verdiği karar kesin olup uyuşmazlığa taraf devletler için bağlayıcı nitelik taşır.
Bakanlar Komitesi’nin yetkisi ikincil (tali) olup, sadece dava Mahkeme’ye götürülmemişse ya da uyuşmazlığa taraf devlet Mahkeme’nin bağlayıcı yetkisini kabul etmemişse uyuşmazlığa elkoyabilir.
Belirtilenlere, iki nokta eklenebilir: Bireysel başvuruda bulunmak için ilgili devletin iç hukuk yollarının tüketilmesi ve hakkın elde edilememiş olması gerekir. İkincisi koruma mekanizmasına ilişkin. Komisyon ve Mahkeme’nin işleyişi ayn ayn hantal bir yapı oluşturup davaların çözüme bağlanmasını uzattığından bu iki kurumun birleştirilmesi öngörülmektedir. Ancak bunun gerçekleşmesi için İHAS’a ek 11 no.lu Protokol’un yürürlüğe girmesi gerekmektedir.

C) Hak ve Özgürlüklerin Sınırları Nelerdir?
İnsan hakları ancak toplum halinde kullanılması durumunda anlam ifade eder. Herkes için özgürlük “paylaşılmış” özgürlüktür; paylaşma olgusu ise, zorunlu olarak insan haklarını “cisim”leştirir ve kayıtlar. Bir toplumda “herkes”in insan haklarından yararlanabilmesi, “sınırlı” yararlanma sonucunu doğurur. Eşitliğin bulunmadığı yerde, ancak bazılarının özgürlüğünden söz edilebilir; mutlak eşitlik ise, özgürlüğü boğar. Eşitlik ilkesi ise, özgürlüğü sınırlar. (Özgürlük ve eşitlik, birbirini sınırlayan, ama birbirinden ayrılmayan, insan haklarının iki ayrı görünümüdür.)
Bir diğer sınır ise, insan haklarının doğasından kaynaklanır. Hiçbir özgürlüğün kullanımı “şiddet öğesi”ni içermez. Zira, İH, zora başvurma hakkım bahşetmez. Özgürlükler, silahsız ve saldırısız, barışçıl biçimde kullanılabilir ancak.
Üçüncü sınır; hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılamamasıdır. Hukukun evrensel kuralı, hakkın kötüye kullanımını yasaklar. Kötüye kullanamama, kimi zaman bir hakkın amaç dışı kullanımı ile çakışır. Örneğin eğitim öğretim kurumunda aslolan, “eğitim hakkidir, ve bundan en iyi biçimde yararlanılması ereğiyle etkinlikte bulunmaktır. Bu nedenle, eğitim-öğretim etkinliği görünümü altında ticari faaliyette bulunulamaz. Din özgürlüğü siyasal amaçlarla kullanılamaz. Çevreyi korumak amacıyla kurulan dernek başka bir amacı gerçekleştirme yönünde faaliyete koyulamaz.
Bir başka sınır, kamu düzenidir. Hak ve özgürlüklerin kullanımı kamu düzenini bozamaz. Anayasanın ve’ hukukun en Önemli sorunu, özgürlük ve düzen arasındaki dengeyi sağlamaktır. Eğer, düzen öğesi ihmal edilerek, özgürlük sınırlan fazla geniş tutulursa, toplumun kargaşaya sürüklenme olasılığı doğar; tersine, düzen adına özgürlükler fazla sınırlanma yoluna gidilirse, bu durumda otoriter rejime kayılmış olur.
Kamu düzeninden ne anlaşılır? Kamu düzeni, dirlik-düzenlik (dinginlik), güvenlik ve sağlık öğelerini kapsamına alır. Kişilerin bu yönlerden herhangi bir korku ve endişeye ka-pılmaksızın, günün yirmi dört saatinde diledikleri gibi hareket edebilmeleri gerekir. Bu nedenle, bir özgürlüğün kullanımı kamu dinginliğini bozmamalı, güvenlik yönünden tehlike yaratmamalı, halkın sağlığını tehdit etmemelidir.
Günümüzün şu olgulan dâ belirtilmeli: Çevre kamu düzeni, estetik kamu düzeni, şehircilik kamu düzeni, orman kamu düzeni kavramları, düzen kavramının geleneksel anlaşılış biçiminde genişleme kaydetmektedirler. Bu yönlerden düzen ihlal edilirse, örneğin mülkiyet hakkı, girişim özgürlüğü, dinlenme hakkı sınırlanabilir. Yine, günümüzde ulaşım yol ve araçlan da güvenlik yönünden kamu düzenini ciddi bir biçimde tehdit etmektedirler; bu nedenle seyahat özgürlüğünün belli kayıtlayıcı kurallara bağlanması yadırganmamalıdır.
Belirtilen genel ve evrensel nitelikteki sınırların yanında Anayasalar farklı sınırlama biçim ve nedenleriyle, belli bir “sınırlama rejimi” öngörebilirler. Bu konuda kural, insan haklarının hangi nedenlerle sınırlanabileceğinin doğrudan Anayasa tarafından belirlenmesidir. Buna “nedene bağlılık ilkesi” de denir. bunların hangi haklar ve Özgürlükler için nasıl somutlaştırılacağı yasalarca belirlenebilir. Başka bir söyleyişle, hak ve özgürlükler anayasaya uygun olmak kaydıyla ancak yasa ile sınırlanır. (Sınırlamanın nereye kadar olanaklı olduğu sorusuna güvence kısmında yanıt verdik; özgürlüğün özü, demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük gibi kavramlarla). Nedenlerin türü ve sayısı bakımından 1961 Anayasası ve 1982 Anayasası farklı hükümler öngörmektedir. 1961 Anayasası, ilgili hak ve özgürlüğün niteliğine uygun düşen farklılaşmış sınırlama nedenleri öngörürken 1982 Anayasası, bütün hak ve Özgürlükler için genel sınırlamalar getirmektedir (md. 13). Bunlar, kamu düzeni, kamu yaran, milli güvenlik gibi dokuz ayn neden olarak sıralanmıştır. Bununla yetinmeyen Anayasa yapıcısı, her hak ve özgürlüğü düzenleyen maddede ilgili Özgürlüğün türüne göre aynca özel sınırlama nedenleri koymuştur. Kısacası, 1982 anayasası 1961 Anayasasına göre, nitelik ve nicelik yönünden özgürlükleri daha fazla sınırlayıcı bir düzenleme Öngörmektedir. Bu nedenle, yürürlükteki Anayasa’nın en çok eleştirilen yönü, İH için öngördüğü “sınırlama rejimidir. Nitekim, Temmuz 1995’te gerçekleştirilen Anayasa değişikliği, toplu özgürlüklere ilişkin yasaklan kısmen kaldırmıştır.
Hak ve özgürlüklerin sınırlanmasında bir başka sorun, olağanüstü rejimlerden kaynaklanmaktadır. İnsan hakları, olağan üstü hallerde olağan hukuk düzenindekine oranla çok daha ağır sınırlamalara tabi olurlar. Çünkü, olağanüstü hal ve sıkıyönetime, baş gösteren ciddi toplumsal olayların olağan hukuk düzeniyle önlenmesinin mümkün olmadığı durumlarda başvurulur. Bu nedenle, insan hakları daha çok sınırlandırılır; hatta kimi zaman askıya alınır. Bundan amaç, olağan ve özgürlükçü ortama dönmek olduğundan geçici fedakarlıklara katlanılır. Fakat dikkat edilmesi gereken nokta, olağanüstü rejimlerde hak ye özgürlüklerin daha çok sınırlanmasına karşın, bunların “keyfi değil, birer hukuk rejimi olmalarıdır. Özgürlük sınırlamaları aşın olmayıp, durumun gerektirdiği ölçüce yapılır. Kamu ma-kamlarının yetkileri artar; fakat bunlar üzerinde -belli kayıtlar altında olsa da- yargı denetimi devam eder. Nihayet, olağanüstü rejimi ilan etmeyi gerekli kılan nedenler ortadan kalkınca, olağan düzene geçilir. Doğallıkla, olağanüstü hal ve/ya sıkıyönetim “geçici” özelliğe sahip.
1982 Anayasasının tartışma yaratan yönlerinden biri, hatta başlıcası, olağanüstü yönetim usullerine ilişkin olarak Öngördüğü hükümlerin insan hakları bakımından çok ağır sonuçlar do-ğurmasıdır. 15. maddenin, olağanüstü yönetimlerde, hak ve özgürlüklerin ancak “durumun gerektirdiği ölçüde” sınırlanabileceğini öngörmesine karşılık, 119-122. maddelerinde yer alan hükümler, hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Çünkü, olağanüstü durumlarda yapılacak düzenlemelerde Parlamento
devre dışı bırakılmaktadır; sonra, bu düzenlemeler (yani Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnameleri) üzerinde Anayasa Mahkemesi denetim yapamamaktadır. Nihayet olağanüstü yönetim bölge ve dönemlerinde yetkili sivil veya askeri makamların işlem ve kararlan üzerinde yargı denetimi ya çok kısıtlı yapılabilmekte, ya da hiç yapılamamaktadır.

SONUÇ:
İNSAN HAKLARININ ASIL BEKÇİLERİ
İnsan haklarının evrim sürecinde gördüğümüz gibi, hak ve Özgürlükler, zaman içerisinde mücadeleler sonucu kazanılmıştır. Elde edilme güçlüğü, onların korumasının da zor olduğunu ortaya koyar. Bu konuda da asıl görev, hak öznelerinin kendilerine düşmektedir. Zira İnsan hakları sahiplenildiği ölçüde ancak korunabilir.
Ulusal ve uluslararası alanda oluşturulan güvence sistemi vazgeçilmezdir, ancak yeterli değildir. Ulusal sistem sınırlı kalmaktadır. Toplumsal ortam ve koşullar, varolan ve geliştirilmeye çalışılan kurumların işleyişini kayıtlar. Burada belirleyici olan “toplumsal yapıdır. Çünkü, insan haklarının uygulanması, gelir ve servet yönünden göreceli bir eşitliği yansıtan iktisadi yapı ile derin toplumsal dengesizliklerin yaşandığı ortamda farklılaşmaktadır. Kültür ve eğitim düzeyi de belirleyicidir. Yine tarihten devralınan özelliklerin ağırlığı gözardı edilemez. Bireylerin tartışmacı, sorgulayıcı ve uzlaşıcı özelliklere mi sahip, yoksa kavgacı mı oldukları önem taşır. Toplum üyelerinin özgür ve hoşgörülü bir düşünceye, özgür tartışma ortamına mı yatkın oldukları, sorgulayıcı olmak yerine düşünce ve inançlara körü körüne mi bağlı oldukları, bir toplumda hak ve özgürlüklerin kökleşmesinde olumlu ya da olumsuz yönde rol oynar.
Olumsuz özellikler resmî güvence kurumlarının etkililiğini sınırlar.
Konuya, özgül toplumsal katmanlar açısından da bakılabilir. Toplum üyeleri arasında özürlüler, çocuklar, yaşlılar ve kadınlar, hatta işsizler ve yabancılar hak ve özgürlükler yönünden özel önlemlerle korunmalıdırlar. Bu kesimlere ilişkin kuralların etkililiği ölçüsünde, genel güvence sisteminin uygulanma olasılığı yükselir. Ülkemizde değinilen kategorilere ilişkin çözüme kavuşturulması gereken birçok sorunun bulunduğu bilinmektedir.
Hak özneleri yönünden; bireylerin özgürlüklerine saygı gösterilmesine yönelik etkinlikleri, ihlal karşısında duyarlılık derecesi, haklarını sahiplenme yoğunluğu ve gerektiğinde direnme yoluyla özgürlüklerini koruma bilinci, güvenceler yönünden önem taşır. Hak öznelerinin birey olma bilincinin zayıflığı ölçüsünde toplum üyeleri otoriter hatta totaliter eğilimlere açık olur. Paylaşım duygusunun gelişmiş olması, özgürlükler güvencesini arttırır; bencillik, tersi bir ortam yaratır. Farklılıklara katlanma, hoşgörü ile bağlantılı ise de, farklı olma hakkının doğal sonucudur. Bu da çoğulcu toplumun temelini oluşturur. Bilindiği gibi, çoğulculuk, demokratik toplumun temel öğesidir.
Değinilen ve benzeri özellikler, örgütlü toplum kavramını çağrıştırır: Bir toplumda siyasal -idari kurum ve karar merkezleri dışında bireylerin gönüllü olarak örgütlenme derecesinin yoğunluğu ölçüsünde, hem özerk birey kavramı gelişir, hem de özgürlüklerin gerçekleşmesine elverişli bir ortam yaratılır. Örgütlenme hakkının kullanımı ile İnsan hakları arasında iki yön- . den ilişki kurulabilir. Birincisi, doğrudan hak ve özgürlükleri korumak amacıyla Örgütlenmedir. İkincisi ise, farklı kesimlerdeki örgütlenme, bireyleri özgür toplum yurttaşı olmaya hazırlar.

Aslında her türlü çaba ve ilerlemeye karşın, uluslararası sistem de yetersizdir. Çünkü, uluslararası insan hakları sözleşmeleri, çoğu zaman hükümlerini uygulamaya geçirtecek mekanizmalar yönünden etkisiz kalmaktadır. En güçlü denetim yolu olan İnsan hakları Mahkemeleri, Avrupa ve Amerika’da olmak üzere sadece iki tanedir ve bunlar, ilke olarak birinci kuşak özgürlük ve hakların güvenceleridir.
Dünya genelinde büyük iktisadi dengesizlikler, insan haklarının evrensel ölçekte yürürlüğe koymayı güçleştirmektedir. Gelişmiş sanayi-ötesi (genellikle Batılı) toplumlarda hak ve özgürlüklerin gerçekleşme düzeyi ile Üçüncü Dünya Devletlerinde insan haklarının (tanınmaması, saygı görmemesi, ihlal edilmesi) durumu arasında bir “uçurum” bulunmaktadır. Sosyoekonomik etmenlere siyasal rejim sorunu da eklenmektedir. Çağdaş dünyada en kapsayıcı hak ve özgürlükler sistemi demokratik ülkelerde mevcuttur.
İnsan haklarının evrenselliğini gölgeleyen bir başka etmen ise din olgusudur. Dinsel bağnazlık (ya da kökten dincilik), farklı olma hakkım hoş görmemekte, dolayısıyla insan haklarının ve demokratik ortamın gelişimine engel oluşturmaktadır. Bu konuda din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılarak laiklik ilkesinin geçerli kılınması, hem insan haklarının hem de din özgürlüğünün güvencesini oluşturur.
Sonuç olarak, gerek ulusal gerekse uluslararası alanda insan haklarının güvenceye bağlanması için hukukun ilerletilmesi gereği açıktır. Hukuk, insan hakları alanında, devlet/ devlet-ötesi sistemi bütünleştirme aracıdır da. Hak ve özgürlükleri ihlal edilen birey, devlet içerisinde bunu gideremediği takdirde, devlet sınırım aşarak uluslararası yargıca başvurabiliyor. Aynı zamanda devlet egemenliğini kayıtlayıcı bir rol oynuyor.
Fakat sistemin yetersizliği, hak öznelerinin uluslararası ölçekte de etkinliklerini arttırmalarına neden oluyor. Bunlar, hükümet-dışı uluslararası örgütler (NGO) olarak adlandırılırlar. Uluslararası Af Örgütü, Yeşil Barış (Greenpeace) Örgütü buna örnek gösterilebilir.
îşte bu noktada ilginç bir gelişme, insan hakları uğruna mücadele veren gönüllü kuruluşların ulusal ve uluslararası alanda giderek buluşmaya yönelmeleridir. Bunlar, insan haklarına duyarlı bir dünya kamuoyunun yaratılmasına önemli katkılarda bulunmaktadırlar.
Bu arada, teknolojik ilerlemenin ve iletişim araçlarının gelişmesinin katkıları da belirtilmeli. Özellikle iletişim araçlan, insan hakları alanında önemli sonuçlar doğurmaktadır. Bunlar, insan hakları ihlallerinin dünya kamuoyunca daha çabuk duyulması ve görülmesini sağlarken, özgürlük fikrinin devletlerarası “sınırları tanımaksızın” yayılmasına katkıda bulunuyorlar.
Sözün özü, insan haklarının asıl bekçileri yine insanların kendileridir, ancak, böyle bir göreve yatkın insanlan yaratmak kaydıyla. Bunda ise, insan hakları eğitimi temel ve belirleyici bir rol oynar.
İNSAN HAKLARINA İLİŞKİN DİLİMİZDEKİ GENEL VE TEMEL KAYNAKLAR
insan Haklarının Felsefi Temelleri. (Yayıma hazırlayan: loanna Kuçuradi),
Hacettepe Üniversitesi, Ankara 1982. 1. Kaboğlu, Özgürlükler Hukuku (İnsan Haklarının Hukuksal Yapısı Üzerine
Bir Deneme), 2. bası, Afa Yay., İstanbul 1995. M. Kapani, Kamu Hürriyetleri, AÜHF yay., Ankara 1981. M. Kapani, insan Haklarının Uluslararası Boyutları, Bilgi yay., Ankara
1987.
B. Tanör, Türkiye’nin insan Hakları Sorunu, Genişletilmiş ve Yenilenmiş 3.
baskı, BDS yay., İstanbul 1994. A. Çeçen, insan hakları, Selvİ yay., Ankara 1990.
M. Gülmez, insan Hakları ve Demokrasi Eğitimi, TÖDAÎE yay., Ankara 1994. Dikkat! Haklarımız, (S. Batum – A. Nolbanf ve d.), Citizens Assembly Helsinki Yurttaşlar Meclisi, İstanbul 1993.

*Çağdaş Toplum Değerleri
Aralık 1997
Çağdaş Yaşamı Destekleme Yayınları

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*