Devlet, Hukuk ve Toplum

Devlet, Hukuk ve Toplum

Devlet, hukuk ve toplum ilişkisinin “laiklik ve demokrasi” bağlamında anlamı ve işlevi ne olabilir? Bu soruya, “hukuk” eksen alınarak yanıt aranabilir.

• Devletin ve toplumun hukuk önünde eşitliği (I),

• Dinsel alan ve dindışı alanda hukukun eşit geçerliği sorunu (II),

• Toplumsal ve siyasal alan ayrımının din açısından anlamı (III),

• Hukukun içeriği (çelişkili kurallardan arındırılması) sorunu (IV).

I. Yöneten ve Yönetilenlerin Hukuk Önünde Eşitliği Sorunu

Kamu makamlarının ve toplum üyelerinin hukuk önünde eşitliğini sağlama hedefi, Hukuk Devletinde temeldir. Uyulması zorunlu kurallar olarak hukukun anlamı ve etkisi her iki kesim için aynıdır. Başka bir anlatımla, hukukun düzenleyici ve sınırlayıcı işlevi ile yaptırım gücü, resmi görevliler ve özel kişiler açısından farklılaşmaz. Hatta denebilir ki, resmi görevliler, hukukça, yurttaşlara göre daha sıkı bir biçimde çevrelenmiştir. Bu bakımdan, eşitliğin kamusal yetki ile donatılmamış bulunan birey-yurttaşlar lehine bozulduğu öne sürülebilir. Gerçekten, biraz sonra belirtileceği üzere, yürürlükteki hukuk kurallarının müdahalesi, mekânlara göre değişiklik göstermektedir, özel, kamusal ve resmi (devlete ilişkin) mekânlar şeklinde yapılan üçlü ayrımda hiç kuşku yok ki hukuk, bu sonuncusunda en etkili biçimde uygulama alam bulur.

Yönetenlerin (Devlet) ve yönetilenlerin (Toplum) hukuk önünde eşitliği ilkesi, belirtilen kayıtlar altında geçerlidir.1 Türkiye’de ise, hukuk kuralları önünde her iki kesim arasındaki farklılaşma, yurttaş lehine olması bir yana, tam tersine, kamu makamlarının lehine çevrilmiş bulunmaktadır.

Yönetenler olarak siyasiler ve kamu görevlileri açısından hukuk etkili olamamaktadır. Etkililik ile uygulanabilirlik arasında doğru orantı gözlenebilir. Gerçekten yasama dokunulmazlığından yararlanan milletvekilleri, suç işlemiş olsalar da, siyasal nitelikli araştırma ve soruşturmalar sonuç vermediğinden, yargı yolu yasama meclisi üyelerine karşı büyük ölçüde kapalı bulunmaktadır. Memurların yargılanmasına ilişkin Yasa ise, kamu görevlilerini belli ölçülerde yargısal soruşturma ve kovuşturmadan bağışık tutmaktadır.

Hukuk kurallarından bağışıklık, birtakım kamu makamlarını “imtiyaz makamı” haline getirmiş bulunmaktadır. Hatta kişiye özel kurallar da konabilmektedir.

Buna karşılık hak ihlaline uğrayan ve mağdur duruma düşen yurttaşlar, yani yönetilenler, kendilerine hak arama yolları büyük ölçüde kapalı tutulduğu için, haklarını aramaktan yoksun kalabilmektedir.

Burada demek ki sorun, her iki tarafı, farklı yönleriyle hukuktan yoksun kalmak (birey-yurttaşlar) ya da hukuksal yaptırıma tabi olmamak (siyasetçi-bürokrat) şeklindeki çelişkili durumdan çıkararak yönetici ve yönetilenleri hukuk önünde eşitlemektir. Kısacası, hukuk, herkes için uyulması zorunlu kurallar bütünü haline getirilmelidir. O durumda ancak hukukun egemenliğinden söz edilebilir. Türkiye’de daha çok, hukukun eşit olmayan geçerlilik derecesi karşısında bir devlet-toplum ayrışması öne çıkmaktadır.

Oysa, hukukun “yönetici” egemenliği, düzenleme, denetleme ve yaptırıma tabi tutma bakımından, eşitsizliklere ilgisiz kalmaması, herkes için eşit kurallar biçiminde kendini empoze etmesi anlamına gelir.

II. Dinsel Alan/Dindışı Alan

Bu kez, toplumsal kesimle sınırlı kalınarak, toplum üyelerinin hukuk önündeki durumu ele alınabilir. Burada sorun şudur: Toplum üyelerinin hepsi için hukukun genellik ve nesnellik ilkeleri geçerli midir? Hukuk, toplumun her kesiminde eşit ve etkili bir biçimde uygulanmakta mıdır? Yasa kurallarının belirginliği ve uygulanmasında saydamlık ilkesi de önem taşımaktadır.

Şu ayrım öne çıkmaktadır: Dine ilişkin alan ve dinsel olmayan alan arasında düzenleme farkı var mı? Başka bir anlatımla, dinsel alana ilişkin hukuk kuralları ile diğerleri arasında eşitlik ilkesi geçerli midir? Sorun, ayrı veya benzer konu ve durumlar için, “dindışı” alan ile dinsel alanın hukuk önünde eşitliği sorunudur. Bu aynı zamanda, inananlarla inanmayanlar arasında hukuki eşitliğin kurulmasıdır. Sonra toplum üyelerini hukuk önünde farklı davranışlara, hatta ikiyüzlülüğe götürecek düzenlemelere son vermek gerekir. Özellikle dinsel aidiyetle ilgili düzenlemeler böyle bir soruna yol açmaktadır.

Nüfus cüzdanlarmdaki din kaydı, insanları olduklarından başka gösterebilir veya kendilerine farklı işlem yapılması sonucunu doğurabilir. Yurttaşları bu tür dürüst olmayan davranışlara yöneltecek ve eşit olmayan uygulamalara maruz kılacak düzenlemeleri hukuk sisteminden elden geldiğince ayıklamak gerekir2.

III. Toplumsal/Siyasal Alan Ayrımında Din Özgürlüğü

Belirtilenler, şu gerekliliği ortaya koyuyor: însamn dinle ilişkisinde “saydamlık ilkesi” geçerli olmalıdır. “Laik ahlak” (laik etik) böyle bir ortamda yaratılabilir. Laik etik, bütün farklı inanışların barışçıl birlikteliğini sağlayan alandır.

Din, beşeri varlık için anlam taşıyan bir inanç sistemidir. Özgürlük olarak sosyal alanda geçerli değerlerdir. Bu nedenle dinsel vecibelerin siyasal düzleme taşınmaması gerekir. Aksi durumda din siyasallasın Gerçekten devletin dini olamaz; zira devlet, insanoğlunun kendisinin gerçekleştirdiği örgütlenmeye verdiği bir addır. Din ise, insanın kendi yaratıcısını arayışıdır. Dinin devlet alanına taşınması ölçüsünde, din hem kutsallıktan hem de inanç olmaktan uzaklaştırılır; menfaat, egemenlik ve baskı aracı haline getirilir. Bu nedenle hukuk, dinsel etkinliklere de diğer özgürlük kategorilerine uygulandığı şekilde uygulanmalı, devlet ve toplum ilişkisi bağlamında görülen kurallar ayrışması benzeri, dinsel perspektifte toplumsal/siyasal ayrımı bakımından da geçerli kılınmalıdır.

Laik ahlak, laik toplumu yaratma koşuludur. Farklı dinlere mensup kişiler karşılıklı saygı çerçevesinde kendi özgürlüğünü yaşayabilmelidir. Dinsel vecibeler de elden geldiğince özgürlükler hukuku ışığında değerlendirilmelidir. Kurban derileri sorunu örnek olarak belirtilebilir. Geçen yıllarda kurban derilerine Türk Hava Kurumu tarafından el konulmasına ‘din özgürlüğü ortadan kaldırılıyor’ şeklinde yoğun tepkiler gösterildi. Oysa, kamu yararının varlığı halinde, nasıl ki mülkiyet hakkı kamulaştırma konusu olabüiyorsa, kurbanın engellenmemesi kaydıyla, derisine el konması, din özgürlüğünün özünü zedelemez. Bununla birlikte, dini kurum ve çevrelerde tanık olunan tartışmalar ve ortaya konan görüşler gösteriyor ki kurbanın kendisi bile farz değil… En azından farz olup olmadığı tartışılmaktadır. Demek ki, dinsel vecibeye ilişkin uygulamaların da saydamlık ilkesinden yararlandırılması gerekir. Tartışma özgürlüğü, bu alan için öteki alanlara göre daha önemlidir hatta yaşamsal bir değere sahiptir.

Burada sorun, hukuk kurallarının etkililiğinin dinsel alanda da benimsenmesi ve hukuka uymanın “kamu yararı” gereği olduğunun kabul edilmesidir.3

Sonra, din, inanç yönünden farklı olanlar üzerinde baskı aracı olarak değil, toplumsal banş ve dinginlik yönünde işlev görmelidir. Ezan okuma tarzı, oruç tutmaya zorlama ve camilerin durumu, dinin Türkiye’de üstlendiği işlev konusunda fikir verebilir. Ezan okuma, namaza çağrı olarak bir haber verme aracıdır; ancak bunun yükseltici ile, amacı aşan biçimde kullanımı, ezam hâkimiyet aracına dönüştürebilir4. Özgürlükler açısından kamusal dinginliği bozabilir

Camiler de, kısmen “kutsal mekânlar” alanından çıkarılıp estetik kaygıdan uzak, ticaretle birleşik, bir tür “dini pazarlama” mekânlarına dönüştürülmüştür. Oysa, dinsel yapı ve mekânları ticarileştirmek yerine, tam tersine inancın bilgi ile beslendiği ortamlar haline getirmek gerekir. Örneğin, haksızlıkların yaptırımını öte dünyaya ertelememeleri için, din adamlarının aynı zamanda laik eğitimden geçirilmesi önerilebilir.

Hukuk önünde eşitlik (inananların inanmayanlar üzerinde, çoğunluk dini mensuplarının azınlıklar üzerinde baskı kuramamaları ereğinde), dini, hâkimiyet ve baskı alanı olmaktan çıkarmayı gerekli kılmaktadır.

Yine başörtüsü (foulard islamique) sorunu, din özgürlüğü açısından, toplumsal/siyasal ayrımının taşıdığı önemi ortaya koyar. Başörtüsü, herkesin giyim-kuşam serbestliğine sahip olması ölçüsünde, din özgürlüğü çerçevesinde sa-vunulmalıdır. Fakat, kamu kurumlarında kimi kayıtlara tabi tutulması;5 Fransa’da olduğu gibi, sadece özgürlükler tekniği6 açısından çözüme bağlanamaz. Çünkü Türkiye’de kanunun siyasal boyutları da bulunmaktadır7. Bu nedenle sorunun çözümü, hukuki yaptırımın sınırlarını taşan önlemleri de beraberinde getirmektedir.

Mücadeleci laiklikten uzaklaşmak için değinilen çarpıklıkları azaltmak ve giderek ortadan kaldırmak gerekir.

Fakat “laik etüd’in yerleşmesi, yapay uç tutum ve davranışların da törpülenmesine bağlıdır. Gerçekten toplumda, bilerek ya da farkında olmayarak birbirine tamamen ters düşen davranış kalıplarının ısrarla sürdürülmesi ortak bir laik ahlak alanının oluşumunu güçleştirmektedir. Bu nedenle, birbirine zıt kutupların törpülenmesi gerekmektedir8.

IV. Hukukun Yasakçı ve Çelişkili Kurallardan Arındırılması Sorunu

Türkiye’de Anayasa, yasa, tüzük ve yönetmelik şeklinde yürürlükte bulunan kurallar genellikle aşırı sınırlayıcı, yasakçı ve çelişkili hükümlerle bezelidir. Çeşitli alanlarda insan davranışlarını düzenleyen kurallar, özellikle belli hak ve özgürlüklerin kullanımı konusunda makul olanın çok ötesinde bunaltıcıdır. Bu özellik, hukuku uyulması gereken kurallar olma özelliğinden uzaklaştırmakta ve bireyleri hukuk dışı alana kayma eğilimine sokmaktadır. Bu nedenle hukukun yasakçı ve çelişkili kurallardan arındırılması, toplum üyelerinin hukuk kurallarına saygılı davranması açısından da önem taşımaktadır. Sorun şu şekilde so-mutlaştınlabilir: Bireyler hukuka niçin uyarlar? Yaptırım korkusundan mı, yoksa ahlaki nedenle mi? Uygar toplumlarda ahlaki yön, göz ardı edilemeyecek bir paya sahip bulunuyor. Bizde ise yaptırım korkusu önde gelmektedir. Öte yandan şu da sorulabilir: suç oluşturan eylem ve davranıştan kaçış, dünyevi yaptırımdan mı, yoksa uhrevi bir yaptırım korkusundan mı kaynaklanmaktadır? Böyle bir sorunun yanıtlanması da önem taşır. Çünkü burada ilk faktörü yani hukuki yaptırımı geçerli kılabildiğimiz ölçüde ahlaktan söz etmek mümkün olabilir. Eklemek gerekir ki, yaptırım işlevini, hukukun öngörülebilir, ulaşılabilir ve etkili olması ölçüsünde yerine getirebilir. Bunlar, aynı zamanda hukuk toplumunun kurucu öğeleridir. Hukuk toplumu, hukuk kültürünün siyasal ve toplumsal yapıda kökleşme-siyle kurulabilir; kuşkusuz yasaklayıcı kurallar bağlamında değil, insanlara güven temeline dayanan düzenleyici ve denetleyici, gerektiğinde yaptırım uygulayan bir sistemde hukuk toplumu yeşerebilir.

Değerlendirme

İşte “laiklik”, hukuki yaptırımı dünyevileştirici başlıca araç olmaktan başka bir şey değildir. “Laik ahlak”, hukuk devleti sisteminde devlet/toplum ayrımının rasyonel temellerini de kurar.

Sonuç olarak; düzenlemeler, devlet organlarının, tıpkı toplum üyeleri gibi hukuk kurallarına uymalarını gerekli kılacak şekilde yapılmalıdır. Başka bir anlatımla, yöneten ve yönetilenler, hukukça yönetilmelidir. “Hukuk Devle-ti”nin gereği budur. Aynı şekilde dinsel alan/din dışı alan ayrımının da saydamlık ilkesine dayandırılması önem taşımaktadır. Yine, toplumsal/siyasal ayrımında din özgürlüğünün toplumsal kesimde geçerli bir değerler sistemi olduğu da kabul edilmelidir. Kurum ve kavramların yerli yerine oturtulması, hukukun devle t-toplum diyalektiğinde vazgeçilmez işlevini ortaya koyar. Toplumda hukuku hâkim kılmak için uyulması zorunlu kurallar, toplum üyelerince öngörülebilir ve ulaşılabilir olmalı, ayrıca etkili olmalıdır. Bunun için, öncelikle halk adına hareket eden veya onların hizmetinde olan kişilerin hukuka uyması gerekir.

Etkili hukuk, devlet ve toplumun “ortak paydası” olarak algılanabilir. Söylemde kalan hukuk, yasakçı yüzünü sadece yönetilenlere ve özellikle güçsüzlere gösterebilir. Laiklik slogan olarak kullanılmaya devam eder. Ancak değinilen gerekliliklerin yerine getirilmesi sonucu hukuk toplumunun oluşumuna elverişli bir ortam yaratılabilir.

Hukuka tabi olma yönünden devlet ve toplum “eşitliği”, her iki planda geçerli olan kuralların (niteliksel) farklılığını göz ardı ettirmemelidir. Laiklik ve din özgürlüğünü de bu bağlamda anlamlandırmak mümkün olabilir. Hoşgörülü laiklik, din özgürlüğünün de amacına uygun olarak kullanımını gerekli kılar.

Laiklik ve demokrasi arasındaki ayrılmaz ilişki, ancak “Devlet, Hukuk ve Toplum” üçlü ilişkisi bağlamında an-Iamlandırılabilir.

1 “Hukuk Devleti”, yöneticilerin “kendileri de -yönetenler olarak- hukukça yönetilmeye elverişli olduklarını anlatır. Ayrıntılı bilgi için Bkz. 1. Ö. Kaboğfu, “Türkiye’de Hukuk Devletinin Gelişimi”, İnsan Haklan Yıllığı, c, 12, ss. 139-166, 1990.

2 Aynı şekilde abartılı sayılar ve yanıltıcı bilgilerden kaçınmak gerekir. Örneğin, halkımızın % 99’unun müslüman olduğu şeklindeki söylem, gerçekleri yansıtmamanın ötesinde, farklı dinsel aidiyetlere olduğu.kadar din-dindışı ayrımı çerçevesinde dinsel inancı olmayanlara da saygısızlıktır

3 Anayasa Mahkemesince kapatılan Refah Partisi’nin tercihinde, kendini hukuka uydurma yerine, bir yandan hukuktan sıyrılma, öte yandan kendi çıkarma uygun olam hukuk olarak kabul etme arasında ibre bu sonuncusu yönünde belirginîeşti. Oysa laik Cumhuriyet rejiminde iktidara gelmesi, kendisi açısından olduğu gibi, mücadeleci laiklikten uzaklaşması yolunda ülkemiz için de bir şanstı. İktidar olanağını, yürürlükteki hukuka saygı çerçevesinde kullanması, demokrasinin pekişmesine de katkıda bulunabilirdi. Tam tersi oldu. 28 Şubat süreci başladı. Laiklik, mücadeleci bir karaktere büründü (Demokrasi ise güdümlü hale geldi). RP kapatılınca, bu kez “mağduriyeti”ni gidermek için çareyi “Avrupa mekânı”nda hukuka sarılmakta buldu. Su görüş geçerliliğini yitirmiş degü: Türkiye’de dinin siyasal eğilimlerden arındırılması, laikliğin mücadeleci olmaktan çıkmasına katkıda bulunacaktır.

Yoruma kapalı.