Laiklik
1982 Anayasasının toplum tasavvurunun ana bileşenlerinden birini de resmi ideolojinin laiklik İlkesi oluşturmaktadır. Anayasanın bu ilkeyi ele alış ve düzenleyiş biçimi, dini açıdan nasıl bir toplum tasarlandığına ilişkin önemli ipuçları vermektedir.
Anayasanın laiklik ilkesine ilişkin düzenlemelerine bakıldığında “nev’i şahsına münhasır” bir laiklik anlayışının kabul edildiği görülmektedir. Anayasada bir yandan dinin toplumsal/kamu-
sal alandan dışlanmasına yönelik aşırı bir hassasiyetin, diğer yandan da gayri, resmi bir dinin devlet eliyle -özel alana hasredilmek koşuluyla- toplumda yaygılaştırılmasına yönelik bir isteğin var olduğu anlaşılmaktadır. Paradoksal gibi görünen bu iki eğilim, “Türkiye’ye özgü laiklik anlayışı”mn temel parametrelerini oluşturmaktadır.
‘Türk tipi laiklik’ anlayışının şekillenmesinde ve anayasal ifadelendirilişinde belirleyici olan üç faktörden söz etmek mümkündür: dinin toplumsal (kamusal) yaşamdan dışlanması; dinin, vatandaşlık kimliğinin inşasında önemli bir unsur olarak kabulü ve kullanılması; devletin dini İnancı ve dini alanı kontrol altına alması.
Dinin kamusal alandan dışlanması amacına yönelik olarak anayasada şu ifadelere rastlamaktayız: “Laiklik ilkesinin gereği, kutsal din duyguları devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılanız)” (par. 5); “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri… laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz” (m. 14/1); “Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz” (m. 24/5); “Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri… lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz” (m. 68/4).
Ancak ulusal bütünleşmenin bir aracı olarak din ve dini değerler -yukarıda sınırları çizili olan alan içinde kalmak koşuluyla- devlet ve toplum hayatı açısından önemli ve gerekli görülmüştür. Bunun bir İfadesi olarak anayasanın Başlangıç kısmında “Türkiye Cumhuriyetinin… maddi ve manevi mutluuğu”ndan (par. 2), “Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinden (par. 5) ve “… milli kültür, medeniyet… içinde… maddi ve manevi varlığını… geliştirme hakkı”ndan (par. 6) söz edilmiştir. Öte yandan, din kültürü ve ahlak öğretimin İlk ve ortaöğretim kurumlarında zorunlu ders olarak “devletin gözetim ve denetimi” altında okutulacağı belirtilmiştir (m. 24/4). Bununla, sınırları devletçe çizili bir din anlayışının toplumda yaygınlaştırılması istenmiştir. Farklı bir anlatımla, anayasa koyucu “miliileştirilmiş” dine inanan ve bu dini İnanışını kamusal alana taşımayan ortalama bir dindar-vatandaş tipinin yaratılmasını hedeflemiştir.
Yine Türk tipi laiklik anlayışının bir gereği olarak genel İdare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal düzenlemeye konu edilmiş (m. 136) ve bu devlet kurumuna, milli dayanışma ve bütünleşmeyi sağlama görevi yüklenmiştir. Bu kurumun genel idare içinde yer almasına ve üstlendiği misyona o kadar büyük önem atfedilmiş <İ, Siyasal Partiler Kanunu’nun 89. maddesiyle, anayasanın 136. maddesinde düzenlenen Diyanet İşleri Başkanlsğı’mn genel İdare dışına taşınmasını amaç edinen siyasi partilerin kapatılacağı hüküm altına alınmıştır. Anayasa ve yasa koyucunun bu kuruma böylesine Önem vermesinin nedeni, söz konusu kurumun meşru dinî söylem ve Htüellerİ belirlemesi, dini millileştirmeye ve dinsel alanı sıkı bir denetim altında tutmaya çalışmasıdır.
Özetle ifade etmek gerekirse, birey ile Tanrı arasında kalmak, vicdani bir mesele olarak algılanmak, toplumsal/kamusal alana taşınmamak, siyasi talep ve iddialara konu edilmemek koşuluyla din, “kutsal” olarak kabul edilmiştir. Kuşkusuz, dine atfedjlen bu kutsiyet, dinin devlet ve toplum hayatında yerine getireceği önemli işlevlerden kaynaklanmaktadır. Devleti ve
onun sembollerini meşrulaştıran, ulusal bütünleşmeyi sağlayan ve depolitizasyona hizmet ederek pasif bir yurttaşlar topluluğunun oluşumuna katkıda bulunan bir devlet dini, her zaman için gerekli görülmüştür.
Sonuç ve Kısa Bir Öneri
Anayasanın devletçi, laikçi ve milliyetçi-korporatist bir resmi ideoloji üzerine kurulu olan siyasal felsefesi, her türlü farklılaşmayı devletin ve milletin bütünlüğü açısından bir tehdit unsuru olarak değerlendiren bir düşünce biçimini temsil etmektedir. Çoğulculuk karşıtı olan bu düşünce biçimi, toplumu farklılaşma içermeyen türdeş bir yapı/varlık olarak görmek istemektedir. Bu amaçla, toplum mühendisliği çerçevesinde toplumun kendi iç dinamikleriyle doğal gelişimine müdahale edilmekte, ona bir yön ve şekil verilmeye çalışılmaktadır. Böylesi bir düşüncenin anayasaya içsel olması, devletin birey ve toplumu bu felsefe doğrultusunda yoğurma misyonunu üstlenmesi anlamına gelmektedir; nitekim, direktif İçeren kimi anayasa maddelerinde bu misyon açıkça devlete yüklenmektedir. Devletten beklenen, toplumsal, siyasal ve küU türel farklılıkları resmi ideolojinin potasında eriterek İdeal “bütün”ü yaratmasıdır.
Homojen bir toplum ve siyaset tasarımını hayata geçirebilmek amacıyla, anayasanın eski metni, toplum ve siyasetin kendi doğal mecrasında gelişiminin önüne çeşitli engeller öngörmüştür. Toplumun kimi dinamik kesimleri aktif siyasetin dışında tutulmuş; sivil toplum unsurlarının siyaset yapmaları, kendi aralarında ve siyasal partilerle ortak hareket etmeleri yasaklanmış; siyasal parti özgürlüğüne ağır sınırlamalar getirilmiş; siyaset, resmi ideolojiyle sınırlı bir alana hapsedilmiş ve siyasai katılımın önü tıkanmıştır. Bütün bunlaria bağlantılı olarak 1982 Anayasası birey-devlet ilişkilerinde’devleti kutsamış, kutsadığı devlet karşısında bireyi yeterince koruma altına almamıştır.
Anayasada özellikle 1995 ve 2001 yıllarında gerçekleştirilen kapsamlı değişikliklerle bu olumsuzlukların çok önemli bir kısmı giderilmiştir. Çoğulcu toplum ve siyasetin gelişmesine ve çoğulculuk açısından büyük önem taşıyan özgürlükler rejiminin genişletilmesine rağmen, türdeş toplum ve siyaset anlayışının izleri yürürlükteki anayasada hâlâ fazlasıyla mevcuttur. Bu durumda yapılması gereken, yeni bir anayasa hazırlamak olmalıdır. Günümüz Türkiye’sinde barışın, huzurun ve güvenliğin hukuki teminatı olacak ve toplumsal mutabakatı temsil edecek yeni bir anayasa yapılması bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatırlatmak gerekir ki bugün itibariyle iç ve dış dinamikler, çağdaş değerlerle uyumlu bir anayasa yapılmasını onaylayıcı ve destekleyici bir durumdadır.
İbrahim Özden Kaboğlu
Aııayasa’yı Hukuk Devleti Kalıbında Yoğurmak
Türkiye için yeni bir anayasa arayışı, öncelikle “Nasıl bir insan haklan anlayışı?” sorusuna yanıt vermemizi gerekli kılmaktadır. Sonra, insan haklarını güvenceleşmeye en elverişli siyasal rejim olarak “Hangi demokrasi?” sorusuna yanıt aranmalıdır. Fakat konuya hukuk devleti İle giriş yapmak, hem demokrasinin geçerli olacağı, hem de İnsan haklarının saygı göreceği hukuk düzenini hatırlamak bakımından yararlı, hatta gerekli olabilir.
Hukuk Devleti Hangi Eksenlere Dayanır?
Türkiye’nin en önemli güncel sorunu hangisidir? Yanıt, kişilerin konumlarına, içinde bulundukları ortam ve koşullara göre değişebilir: işsizlik, eğitimsizlik, yoksulluk, gelir dengesizliği, istikrarsızlık… Buna karşılık, “hukuki güvenlik” sorunu, her kesimin üzerinde birleşeceği ortak yanıt değil midir?
Hukuk güvenliğinin bulunmayışı, sadece yurttaşların hak ihlallerine uğraması ya da haklarını elde edememiş olması değil, toplumda hukuk kurallarının “ortak iyilik” ereğinde hazırlanmadığı ya da yürürlükte bulunan kuralların herkese eşit olarak uygulanmadığı veya bazılarına hiç uygulanmadığı yolunda yaygın bir kanaatin mevcut olması anlamına gelir. Gerçekten, kimi toplumsal kesimler özgürlükleri sorumsuzca kullanıyorken, kimileri ise hak ihlallerinin sürekli mağduru durumunda kalabilmektedir.
Kurallardan sıyrılma eğilimi sadece, kişiler arasındaki ilişkilerde değil, yurtt”