“ Ne devrim, ne vesayet! ”

- Devamı için tıklayınız -

27 Mayıs 1950, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980: 1924, 1961 (ve ’71) Anayasal düzenlerine karşı silah yoluyla müdahale edilerek askerî yönetime geçiş tarihleri. Ama nitelendirmede dil birliği yok: devrim, muhtıra, ihtilâl… Oysa, hukukî anlamda her üçü de “darbe”.

Üç müdahalenin birbirinden ayrılan yönü, “olağanlaşma dönemi”ne ilişkin: bunu, 27 Mayıs, “1961 Anayasası” ile, 12 Mart, “’71 değişiklikleri” ile, 12 Eylül ise, “1982 Anayasası” ile sağlamayı hedefledi.

Ayrışma ve benzerlikler var: 1961, 1924’e tepkinin yanı sıra, onu aşma özelliğini yansıtır. Devlet içi kurumsal yapılara demokratik yönden eleştiriler yöneltilse de, şu tercih açık: önce İnsan hakları (toplum), sonra siyasal-anayasal kurumlar (devlet).

’71 değişiklikleri, hak ve özgürlüklerin halk için “lüks” olduğu, buna karşılık, “otorite” tesisi için gerekli anayasal yetkiler tanınmadığı gerekçesiyle “silahların gölgesinde”, ’61 Anayasası’na tepki olarak kotarıldı.

’82 metni ise, ’71 değişikliklerini daha “ileriye” götürerek, ’61’in izlerini silmeyi amaçladı. Bu nedenle, “en az özgürlük” anlayışı karşısında, devlet otoritesini kutsadı…

Özetle, her üç darbe, olağan döneme geçiş için kendine özgü anayasal usul ve yöntemler kullandı.

’61 ve ’82’nin evrimi ise, birbirine karşıt yönde: ’71 değişikliği, 1961’den uzaklaşma, ama 1982’ye köprü atma; 1987’den 2001’e kadar yapılan anayasal değişiklikler, ’82 metninden uzaklaşma, buna karşılık, 1961 Anayasası’na yakınlaşma anlamına gelir.

Zıt yönlerden birbirine doğru giden iki Anayasa’nın kaderi arasındaki başlıca fark şu: 1982’yi demokratik yollardan yenileme iradesi 19 yıldır gündemde olduğu halde, silah yoluyla yürürlükten kaldırılan ’61 metninin ömrü, 19 yıl ile sınırlı kaldı.

28 Şubat Bildirisi (1997) ile 27 Nisan e-muhtırası (2007), 1982’nin sıkıntılarla dolu olağanlaşma döneminin “yarı-askerî” müdahaleleri olarak görülebilir.

Demokratik olmayan kırılma sayı olarak arttıkça, referans malzemesi de çoğaldı. Bunlar içerisinde, 1961 Anayasası, gündemdeki anayasa değişikliğinin gerekçesi olarak da kullanılıyor: “vesayet rejimi”.

Burada yapılan hata şu: Anayasa ile darbe birlikte ele alınıyor. Oysa, bir anayasanın temelinde darbenin izleri bulunsa da, yürürlüğe girdikten sonra artık objektif olarak yorumlanmalı. Kuşkusuz, 1961 Anayasası, askere ayırdığı yer, devletçi bakış veya içerdiği milliyetçi-statükocu öğeler nedeniyle eleştirilebilir. Buna karşılık, Anayasa Mahkemesi veya Yüksek Hakimler Kurulu’nu düzenleme tarzıyla eleştirmek, bir saptırma değilse, en azından haksızlıktır. Bu nedenle bunların 2010 Anayasa değişikliği sırasında sıkça dillendirilmesi, ne etik ve ahlaki, ne inandırıcıdır.

Öte yandan, 1982’nin geçici 15’inci maddesini kaldırmakla övünenlerin, “27 Nisan”ın hesabını sormaması da açık bir çelişki: Genelkurmay Başkanı’nın âmiri sıfatıyla Başbakan; “e-muhtıra” karşısında ne tür bir işlem yaptı? Konu MGK’de görüşüldü mü? Sorular uzatılabilir… Kısacası, 2007’nin hesabını sormayanlar, 1980’nin hesabını sorma yolunu açmakla övünüyor; 1961 ile “hesaplaşma” ise, misyon olarak görülüyor. Bu bir kaçış değil mi?

Diğer çelişkiye gelince; 12 Eylül ruhu ile özdeş kabul edilen 1982’yi, yeni bir anayasa ile aşma iradesini gemleyen nedir? Engel, 1980’de ortaya çıkan güç dengeleri değil, 2010’da daha fazla “iktidar iştahı”…

Son Anayasa değişikliği, bunun göstergesi değil mi? Gelinen yerden bakıldığında; öneri, kotarma tarzı ve referandum usûlü, YSK kararı,.. hepsi sorunlu. Gidilen yer de tekin değil: Anayasa Mahkemesi’nin olası müdahalesi ve referandum kampanyası, sonucun siyasal çatışmaları derinleştirmesi, halkın yeni anayasa beklentisinin ertelenmesi… Bütün bunlar için yarım asır öncesinin referans alınması, demokrasi ve hukuk devletine inançsızlığın dışavurumu değil mi?

Sonuç: askerî açıdan; keşke, 27 Mayıs 1960 darbesi yaşanmamış olsaydı. Seçimle belirlenen siyasal aktörler ve yüksek yargıçlar bakımından, yarım asır sonra, keşke bu denli sorunlu bir Anayasa değişikliğini kotarmasalardı veya sorunların derinleşmesine katkı vermeselerdi… Eğer geçmişten ders çıkarılamamış ise, geleceğe “keşke”li bakmanın bir yararı yok kuşkusuz.

Yoruma kapalı.