Neden hukuk devleti?

Neden hukuk devleti?

Türkiye’nin en önemli güncel sorunu hangisidir? Yanıt, kişilerin konumlarına, içinde bulundukları ortam ve koşullara göre değişebilir: işsizlik, yoksulluk , gelir dengesizliği, istikrarsızlık… Fakat, “hukukîgüvenlik”, her kesimin üzerinde birleşeceği ortak yanıt değil mî?

Hukuk güvenliğinin bulunmayışı, sadece yurttaşların hak ihlallerine uğraması ya da haklarını elde edememiş olması anlamına gelmez; toplumda hukuk kurallarının “ortak iyilik” ereğinde hazırlanmadığı ya da yürürlükte bulunan kuralların herkese eşit olarak uygulanmadığı veya bazılarına hiç uygulanmadığı yolunda yaygın bir kanaatin mevcut olması demektir. Gerçekten, kimi toplumsal kesimler, özgürlükleri sorumsuzca kullanıyor iken; kimileri ise, hak ihlallerinin sürekli mağduru olabilmekte.

Kurallardan sıyrılma, sadece kişiler arasında değil, yurttaşların kamu makamlarıyla ilişkisinde de yağın; iktisadi etkinliklerde ise, daha yaygın.

Doğrudan ya da dolaylı olarak kuralları aşma olasılığı, en fazla iktidar mekânında görülmektedir. Çünkü, kuralları uygulayıcı konum, onları mani-püle etme riskini de beraberinde getirir.

Susurluk kazasından Şemdinli saldırısına kadar uzanan olaylar zinciri, faili meçhul ölümlerden haksız tutuklamalara, can güvensizliğinden işkence ve kötü muamelelere dek varan ortam ve uygulamalar, Türkiye’de hukuk devletinin temellendirilemediği-nin birer göstergesi değil midir? Bunlara, mafyala-şan ve çeteleşen birçok sektör de eklenebilir: ihale yolsuzluğu, hazine arazisi işgali, kaçak yapılaşma, kayıt dışı ekonomi… Devletin varlık nedenini doğrudan ilgilendiren söz konusu (fiilî, hukuka aykırı ve suç oluşturan) durumlar, siyasal örgütlenmenin hukuk devleti aşamasına ulaşıp ulaşmadığı sorunsalında düğümlenmektedir.

Hukuk devletini kurabilir miyiz? İki koşulla, evet: herkesi hukukça yönetilmeye elverişli konuma getirici düzenleme ve mekanizmalarla; bu yönde genel iradenin, ortak bir inancın oluşmasıyla.

“Hukukça yönetilme” kaydı, önce yetki ve hak ayrışmasıyla somutlaştırılabilir. “Yetki, görev ve sorumluluk” ilkeleri, kamu makamlarının statüsünü tanımlar; “hak, özgürlük ve ödev” üçlüsü ise, yurttaşların konumunu.

Herkesin hukukça yönetilmesi, yönetenlerin de yönetilenler gibi “yürürlükteki kurallara tabi olma”sı demektir (hukuk önünde eşitlik).

Bunun için öncelikle, yasama, yürütme ve yargı görevlerinin birbirinden ayrı organlara verilmesi anlamına gelen erkler ayrılığı hatırlanmalı: kural koyan makamla, uygulayan organ ayrıdır; yargılayan merci ise, her ikisinden ayrılır. Bizde ise; 1982 Anayasasının yapılanma tarzı ve uygulamasında, Yasama Meclîsi’ne fiilen hâkim durumda olan Yürütme, yargı üzerinde de nüfuza sahiptir. Hükümet’in belirleyici konumu, AKP döneminde büyük ölçüde Baş-bakan’a geçmiş bulunuyor. Örneğin, Cumhurbaşkanı seçimi için oy kullanacak olan TBMM üyeleri, en son konuşması gereken kişi konumunda bulunan Başbakan’ın ağzına bakmakla yetinmekte.

Vekiller de, yasama dokunulmazlığı nedeniyle, halk karşısında ayrıcalıklı bir konumda. Kısır döngü ya da çelişki şu: Hükümet ve Yasama Meclisi üyeleri, yargı organlarını güdüleme iradelerini sürdürdükleri halde, yargısal bağışıklık statüsünden yararlanmak için sonuna kadar çaba gösteriyorlar.

Bu durum, hukuk devletini iki açıdan zedelemekte: devlet erkleri arasında denge ve fren mekanizmaları işlememekte; politik şahsiyetler ise, yurttaşlara göre ayrıcalıklı bir hukukî statüye konmuş olmakta. Bu konum, yöneticilerin doğrudan işlemlerinin yanı sıra, (kamu ihaleleri gibi) dolaylı işlemleri de kapsamına alabilmektedir.

Siyasetin gölgesi altındaki yargı, kendi içerisinde de parçalı: sivil yargı-askerî yargı. İki ayrı yargısal düzen, hukuk devletine yabancı bir yapılanmadır. Bu durum, bir yandan yargı organını zayıflatırken; öte yandan, hukukî ayrıcalık yönünden, siyasal sınıfa bir ikincisini eklemektedir: “Askeriye.”

Yargının kendisinin de donanım eksiği ve iş yükü ağırlığının yanı sıra, hukukî formasyon ve başarım sorunu, göz ardı edilemez. Yargı mercileri, hukukî mantık sürecinden uzaklaşıp, (vatan kurtarıcılığı gibi) hukuk-dışı siyasal akımlara kendilerini kaptıra-bilmektedir. Bu eğilim, ayrık bir durum değildir.

Hukuk devletini kurmak için bu sorunlar giderilmeli ve kurumsal dengeler sağlanmalıdır. Ancak, bunlar yetmez; aynı zamanda, yürürlükteki kurallar da elden geçirilmelidir. Bu ise, hukukun içeriği sorununu gündeme çıkarmaktadır. Hak ve özgürlüklerin önünü açmak, iktisadî ve malî sektörü düzenli hale getirmek amacıyla, onlarca yasa değiştirildi ve yenileri yürürlüğe kondu: TCK, CMK, TMK, Basın, Çevregibi. Ne var ki, yasal düzeltimlere karşın, ne can güvenliği sağlanabildi ve ifade özgürlüğü gü-vencelenebildi; ne de, iktisadî hayat düzene konabildi, çevre katliamı önlenebildi.(…)

Şimdilik, hukuk devletini kurmanın ikinci koşulu olarak belirlediğimiz “genel inanç” kaydına değinmekle yetinelim. İşaret edilen kurumsal ve normatif düzenlemeler gerçekleştirilse de, bunlar tek başına yeterli olmaz. Demokratik meşruluk önemlidir. Kamu yararı ereğinde konan kurallara ayrım gözetmeksizin herkesin saygı göstermesi, aksi halde kimsenin yaptırımdan sıyrılamayacağı yönünde güçlü bir iradenin ortaya çıkması gerekir. “Hukukî güvenlik” yoksunu bir toplumda, diğer bütün eksikler, “yoksulluk” ve “yoksunluklar göreceli kalır. Unutulmamalıdır ki, birlikte yaşama iradesi, ancak belli ortak değerler etrafında savunulabilir.

Yoruma kapalı.