“ Neden Anayasa ile başlamalı? ”

- Devamı için tıklayınız -

1989 Diyarbakır: Hukuk Fakültesi öncülüğünde Kültür Merkezi’nde yapılan uluslararası toplantıda, “kürt sorunu” da tartışılıyor. Gözlemcilere göre, Diyarbakır’da sorun, adı konularak ilk kez tartışılmıştı…

2004 Ankara: “Kürt sorunu” deyimi kullanılmıyor bile; “Türkiyelilik/Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı” deniyor, hem de resmi bir görev çerçevesinde. Yürütme-Yasama ve Yargı, yani Cumhuriyetin temel organları, -ırkçı çapulcuların da desteğiyle- linç kampanyası başlatıyor. Beş yıla yayılan yaklaşık 20 davanın bir kısmı, bir beş yıl daha sürecek gibi.

2009 Türkiye: “Herkes hür bir şekilde düşüncelerini söyleyebilir. Farklı fikirleri ileri sürebilir. Demokratik bir ülkede, hür bir ülkede bunlar rahatlıkla söylenebilir.” Bunlar, CB A. Gül’ün, AKP Hükümeti’nin öncülük ettiği “Kürt sorunu” açılımını destekleyici sözleri.

Sayın Gül, 2004’te İnsan Haklarından sorumlu Bakandı: beş yılda geçirdiği “evrim”, kayda değmez mi?

2009 girişiminin önemi, beş yılda yaşananları unutturabilir kuşkusuz. Hatta, Ankara yargıçlarının, çoğu belden aşağı vurma anlamında, Prof. Baskın Oran ve bana söven/hakaret eden zevatı aklamaları da. Küfürcülerin vekalet ücretini bile biz ödedik, son kuruşuna kadar alın terimizle kazandıklarımızla. Düşünün, Meclis kürsüsünden küfreden kişiye, aklandığı için, mağdur olduğunuz halde para ödüyorsunuz. Başka bir deyişle, küfür, Cumhuriyet kurumlarınca ödüllendirilmiş oluyor.

Gelinen noktada, şu üç soru önemli:1- Ne değişti de, bizi lince götüren fikirler, şimdi “açılım” şovuna araç yapıldı? 2- Açılım ne denli samimi ve kalıcı? 3- Nasıl kotarılacağı biliniyor mu?

“Sivil anayasa”/“Kürt Açılımı”: 2007 Haziran’ı, Atina’daki anayasacılar toplantısına gecikmeli olarak gidince, Prof. Özbudun, “yoksa seçimlerde aday mı olacaksın?” diye takılmıştı. Oturum sonrasında, gözlerim Ergun Hoca ile Doç. Serap Yazıcı’yı aradı… Toplantının bitmesini beklemeden neden ayrıldıkları, seçimden sonra anlaşıldı: “anayasa misyonu”.

“Sivil anayasa” çalışması, Ağustos boyunca “basına sızdırma” yöntemiyle yürütüldü. 12 Eylül gecesi, gizemi kalktı. Ne var ki, “ak parti”, yıl bitmeden taslak metni “kara liste”ye aldı. Yeni yıla ise, “türban düzenlemesi” olarak anılan tikel Anayasa değişikliği ve bunalımı damgasını vurdu.

Hayal kırıklığı ile sonuçlanan girişim, yeni anayasa beklentisini de rafa kaldırdı. Çıkarılması gereken teselli dersi, anayasanın nasıl yapılamayacağı… Fakat hiç ders alınmamış görünüyor, iki nedenle:

-Bir kez, “Kürt Açılımı”, nasıl bir anayasa istendiğiyle iç içe bir sorun.

-Sonra, neyin istendiği ve buna hangi yöntemle ulaşılacağı, açıkça söylenmeli. Örneğin, Polis Akademisi’ndeki çalıştay sonuçları neden açıklanmadı? Sonuca ulaşılamadığı için mi; yoksa, kamuoyunda yapılacak tartışmalar ışığında bir sonuca ulaşılması amaçlandığı için mi?

Bu varsayım doğru ise, “sivil anayasa” ile “Kürt Açılımı” arasında yöntem benzerliği açık.

Hatırlayalım: “sivil anayasa” yol ve yöntemi ile içeriğini eleştirenler, farklı biçimlerde tepki alıyordu… Oysa, “sivil anayasa”cılar arasında, ’82 “nimetleri”nden nasiplenenler bile vardı.

Benzer tepkiler, “Kürt sorunu”nu çözüm tarzına eleştirel yaklaşıma gelirse şaşırmamalı: şimdi sahnede olanlar arasında, 80’li yıllarda “Kürt sorunu” karşısında ulumayı tercih edenlerin olabileceğini unutmaksızın.

Neden anayasa? Çünkü, “Kürt” veya “Türk” ya da “Türk-Kürt” sorunu, bir Türkiye sorunu. Bu da, konunun anayasal düzlemde ele alınmasını gerekli kılar, hukuk devletini yeniden inşa etmek için: “ülke-yurttaş-devlet” ilişkisi veya “siyasal iktidarın örgütlenmesi” (merkez-çevre ilişkisi) üzerine temel tercihler konusunda oydaşma gereği açık. Bunlara, hak ve özgürlükleri bütünsel düzenleme gereksinimi de eklenmeli. Yani. evrensel ilkeleri öne çıkaran ve etnisiteler karşısında nötr bir anayasal çerçeve…

Genel ilkeler konduktan sonra sıra, farklılaştırıcı öğelere gelir: anayasal güvenceye kavuşturulması gereken özgül veya artı haklar; kültürel çeşitlilik, dil hakları gibi…

Anayasadan önce de yapılması gerekenler yok değil: Seçim Kanunu’ndan yüzde 10’luk ulusal barajı, SPK’dan partilere ilişkin dil yasaklarını ayıklamak. Bunlar “demokrasi sorunu”; ancak, “Kürt sorunu” için vazgeçilmez adımlar.

Yer adları için de ilk adımlar atılabilir. Ne var ki, Diyarbakır için “Amid” denirse, Pazar için “Atina” veya Gündoğan için “Farilya” neden denmesin? Fakat esas sorun şu: eski adlar sadece resmi olanların altında tabelada mı gösterilecek, yoksa resmi belgelere de geçirilecek mi?

Bunlar anayasasız olmayacağına göre, -eğer bir seçim yatırımı söz konusu değilse- tarihin kısa aralıklarla tekerrüründen korkulur.

Hukuk olmadan, asla!

20 Ağustos 2009

Hukuk denince, genellikle kara kaplı kitaplar ya da ulaşılması ve anlaşılması güç soyut kurallar topluluğu gelir akla. Oysa hukuk, düzen, hak ve adalet demek: kamu yararı ereğinde konan ve -başta resmî görevliler- herkesin uymak zorunda olduğu kurallar bütünü.

Bu anlamda devlet, hukuk kuralları ile özdeş: devlet, hukuk ölçüsünde var; aksi halde yok…

Yine hukuk, yürürlükteki normlar ötesinde toplumsal bilinç ve davranış kuralları; etik ilkeler ve ortak yaşam kültürüdür.

Sanıldığının aksine, mahkemeler hukukun başladığı yer değil, örgütlü son duraklarıdır. Hakkın ihlâli üzerine, gerçeğin dile geldiği ve adaletin dağıtıldığı mekanlardır. Hukuk adına son söz, o denli önemli ki -kuşkusuz o ölçüde zor-, bunu “hukuk devleti” (HD) deyimi bile karşılamaya yetmez; “hukukun üstünlüğü” kavramı kullanılır.

MADDE 138’E RAĞMEN

Bu nedenle, siyasal nitelikteki yürütme ve yasama organları karşısında, yargı bağımsızlığı esastır. Bu amaçla yazılan m.138, 1982 Anayasası’nın yargıya ilişkin en düzgün hükümlerinden biri.

Yargıç ve savcıları denetim yetkisi, gerçi m.138’e aykırı olarak Adalet Bakanlığı’na bağlı müfettişlere verilmiş (m.144); ne var ki uygulama, maddenin öngördüğü “araştırma ve gerektiğinde inceleme ve soruşturma” yapma yetkisini de taşmakta: dosyaya elkoyma, soruşturma, telefon dinleme… Muhataplar açısından anlamı: görevi engelleme, hak ihlâli ve haysiyeti zedelemeye dek varabilir. Sonuç: “son söz”ün sağlıklı söylenememesi.

Neden? Siyasal iktidar mensupları veya onların kolladığı kesimlere karşı yargı sürecini başlatmak ya da yargı meslek örgütü üyesi olmak.

SORUŞTURMALAR RASTLANTI DEĞİL

İsmailağa Cemaati hakkında soruşturma yürüten Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’den dosya alınıyor; bu kez Adalet Bakanlığı’nca kendisi soruşturuluyor, telefonları da dinleniyor, üstelik özel görüşmeleri…

Sincan Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz da, CB Gül dosyası nedeniyle benzeri işlemlere maruz kalmıştı…

Yargıtay Savcısı Ö. F. Eminağaoğlu, YARSAV’ın kuruluşundan başlayarak Bakanlığın hışmına uğradı; örgüt de sürekli hedefte oldu. Başkan sıfatıyla kendisi hakkında meslekten ihraç istemiyle açılan soruşturmada şu soru bile amacı ele veriyor: “Neden H. Dink’in beraatı yönünde görüş bildirdin?”

AYM Raportörü Ali Rıza Aydın ise, kurum içi yaptırıma uğradı… Oysa, Başkan Kılıç, “türban” ve AKP davalarında “demokratik ve özgürlükçü” karşıoylar yazmıştı. Ne var ki, Raportörün farklı düşüncede olmasını hoşgöremedi.

Dikkatler İçişleri Bakanı’nca yürütülen “Kürt açılımı”na yönelmişken, Adalet Bakanı, AKP çizgisine dokunan yargı mensuplarını hizaya getirmekle meşgul. Hukuk devleti inşasına yönelik paralel girişimler içerisine girmesi bir yana, eksik ve aksak olan mevcut sistemi daha fazla tahribi meşru görebiliyor.

KÜRT KÖKENLİ YURTTAŞLARA ÇAĞRI

İzlenen yoldaki arızalar tartışılabilir. “Kürt açılımı”nı, örneğin, neden “İnsan Haklarından sorumlu bakan” (varsa eğer) değil de İçişleri Bakanı yürütüyor?

Burada söylemek istediğim başka: hepimize ve özellikle size öncelikle hukuk gerekli. Neden öncelikle? Çünkü; ülkemizdeki “hukuk fukaralığı”, doğuya gittikçe derinleşir; azınlıkta kalanlar için ise, haydi haydi.

Bu nedenle, HD’ni kurmak, özgül haklar tanımaktan öncelikli. Zira Hukuk devleti güvencesini, hiçbir özgül hak sağlayamaz. Sakın oyuna gelmeyin! Eğer Türkiye’de hukukun üstünlüğü sağlanamaz ise, özgül haklar tamamen eğreti ve göstermelik kalır…

ARAM TİGRAN DERSİ

Ermeni asıllı sanatçının Diyarbakır’da gömülme isteğinin yerine getirilmesi, “Kürt açılımı” yönünde atılan ilk adımları ne kadar anlamlı kılardı! Ne gezer! ?u çelişkiye bakın: Açılım misyoneri İçişleri Bakanı, kendi yetki alanında olduğu halde Tigran’a bir mezar yerini bile çok gördü.

Yoksa, Bakan, ormana kilitlendiğinden, ağacı mı göremiyor? ( Aslında sırf bu olay bile, bu denli köklü bir değişimi tartışan Türkiye için bir anlamda samimiyet testi idi.)

Kürt dostlara, tam tersine, “siz eğer bütüne kilitlenirseniz, tikelin yolunu açmış olursunuz” diyorum.

Bir de şundan korkmalı: Tigran’ın, atalarının yurdunda gömülme vasiyetini elinin tersiyle iten “maneviyatçı-muhafazakâr” iktidar, ramazan ayını, barış-kardeşlik gösterisine çevirebilir; henüz görünürde olmayan dünyevi hukuk vaadi ise, yaz sıcağında uçar, gider…

Yoruma kapalı.